Türk toplumu neden suskun?
2 posters
1 sayfadaki 1 sayfası
Türk toplumu neden suskun?
Türk toplumu neden suskun?
1923`te Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türk toplumu yıllarca Osmanlı devleti zamanında çeşitli cephelerde savaşarak yorulmuştu. Daha yorgunluğunu üstünden atmadan ülkesinin bağımsızlığı için çetin bir savaşa girmişti. Mustafa Kemal`in öncülüğünde bu savaştan alının akıyla çıkmıştı. Türk halkı bağımsızdı ve dünya devletleri önünde saygın bir ülkesi vardı, ama ne üstünde ne de başında hiçbir şeyi yoktu. Bütün bunlara rağmen bir Atası vardı. O`na güveniyor ve onunla birlikte geleceğe çok büyük umutlarla bakıyordu. Bu güvenle, bu şevkle kolları sıvayan halk Osmanlının borçlarını kuruşu kuruşuna ödediği gibi, ülkesinde büyük kalkınmalara damgasını vurmaya başlamıştı. Dediğimiz gibi, halk önderlerine güveniyordu. O`nun her bir sözünü bir emir gibi kabul ederek yerine getirmeye çalışıyordu. Ne demişti büyük Önder Mustafa Kemal?
“Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır; çünkü her şey bunun içinde bulunmaktadır.”
“Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılamazsa husule gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner.”
“Bilirsiniz ki, ekonomisi zayıf bir millet fakirlik ve yoksulluktan kurtulamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz…”
Mustafa Kemal`in her gittiği yerde bu ve buna benzer sözlerini ciddiye alan toplum canlıydı, hareketliydi, suskun değildi. Büyük Önderlerinin söylediklerini yapmadığı takdirde başlarına nelerin geleceğinin bilincindeydiler eğitim düzeyleri düşük olmalarına rağmen!
Mustafa Kemal`in önemle üstünde durduğu bu sözleri ülkeden kovulan Batılı devletlerin yetkilileri de çok iyi biliyorlardı. Türkiye`nin hem eğitimde hem de ekonomideki hızla ilerlemesine bir engel bulmaları gerekiyordu. İlk iş olarak, Mustafa Kemal`in ölümden sonra, Türkiye`de kendileri için çalışan işbirlikçilerin ayarlanması gerekiyordu. Bunun yanı sırada da, ekonomik gidişatın yavaş yavaş bozulması geliyordu. Yani yerli ekonominin, yerli sanayinin çanına ot tıkamak lazımdı. İlk hazırlık yapıldı ve ülkeye Marshal yardımı girdi. “Her mahallede milyoner yaratacağım” diyen o zamanın Başbakanı, dediğini gerçekleştirdi. Ve uzun zaman dolara karşı yarışan Türk Lirası`nın önüne bol sıfırlar konarak değeri düşürüldü ve gerçekten de alış gücü zayıf olan TL ile her mahallede milyonerlerin sayısı arttı. Türk toplumu pek farkında değildi olup bitenlerden. Yerli malı üretimi azaldıkça, orantılı olarak ülkeyi istila eden ithal mallarıyla tüketim histerisi gittikçe arttı. Bir zamanların değerli Türk Lirası gittikçe değer kaybetti ve dış ülkelerde bozdurulamaz oldu. Bu kısır döngü, yavaş yavaş orta tabakanın kalkmasına ve fakir ile zengin tabakanın arasındaki uçurumun derinleşmesine neden oldu. Artık Batılıların planı rayına oturmuş, İsviçre saati gibi tıkır tıkır işliyordu. Devreye İMF ve Dünya Bankası`da girince, ekonominin çöküşü ve toplumun fakirleşmesi kaçınılmaz hale geldi. 20 milyon insanın açlık sınırının altında gene milyonlarca insanın açlık sınırında bulunması, Batılıların planlarının ne kadar iyi çalıştığını ve Mustafa Kemal`in de ekonomideki endişesinde ne kadar haklı oluğunu göstermektedir. Hemen hemen orta tabaka kalktı. Ülke fakirler ve açlar ülkesi haline dönüşüverdi. İşte yerli ekonomiye indirilen ağır darbe, bir zamanların dirençli, güçlü ve sesli toplumunu suskun hale getirdi. Fakirlikle mücadele, ailesini geçindirmekle ve çocuklarının okul vesaire masraflarıyla mücadele veren toplum, ne kendisine ve ne de ülkesine oynanan oyunu fark edecek durumda değil. Fakirleştikçe, suskunluğu da o derece artmaktadır. Mustafa Kemal`in bir sözünü hatırlayalım. Ne demişti? “Ekonomisi zayıf bir millet fakirlik ve yoksulluktan kurtulamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz.” Türkiye`de son yıllarda yaşananlar, bu sözün ne kadar doğru olduğunu fazlasıyla kanıtlamaktadır. İşte erişilen bu durum, yani fakirlikle boğuşmaktan başka bir şey düşünemeyen toplumunun bu hali hem işbirlikçilere hem de Batılılara yaramaktadır. Hem işbirlikçiler ve hem de Batılı devletler meydanı boş bulduklarından istedikleri gibi at koşturmaktalar ve halk bunun farkında bile olamamaktadır. Bir de bunlara gerek görsel ve gerekse yazılı basının bombardımanı eklenince, toplum bırakınız sesini çıkarmayı, gülmeyi bile unuttu. Demek ki bir ülkeyi işgal etmek ilada silah zoruyla olmuyormuş. Ekonomisini felce uğratarak, o ülkeyi teslim almak da varmış! Bu kısır döngünün derhal ortadan kaldırılması, daralan çemberin yırtılması için gerçek aydınlara, gerçek yurtsever sivil toplum örgütlerine çok büyük görevler düşmektedir.
Söz konusu görevin çerçevesini algılamak için Atatürk döneminin alt yapısının ilke ve uygulamaları, belgelere inilerek incelenmeli ve böylece yeniden doğuşun modeli oluşturulmalıdır. Ülkemizin yetiştirdiği değerli bilim adamlarımızdan Yüksek İnşaat Mühendisi- ekonomi doktoru, eski DTP uzman ve yöneticisi, eski milletvekili Dr. Ali Nejat Ölçen, bu modelin çerçevesini şöyle çizerek, aydınlığa, kurtuluşa giden yolun açılmasına öncülük ediyor. Bu çerçeve:
Ulusal tasarrufu ekonominin büyümesine temel olan,
Kaynakların kullanım ve dağılımında toplumsal yarar ve mutluluğu gözeten,
Halkın kararlarına katılımını sağlayan ve devleti saydamlaştıran,
Dengeli ve adil bölüşümü ve büyümeyi gerçekleştirebilen ve kendisini buna göre planlayan,
Kendine yeterli, dışa açık, rekabet olanaklarını kullanabilen, nitelikli ve tasarrufu özendirici,
Sermaye birikimini toplumsal yarar ve minimum maliyet açısından değerlendiren,
Ekonomik büyüme sürecini, yerel karar ve gereksinmelerinin merkeze yansıtıldığı mekanizmalar aracılığıyla düzenleyen,
Çevreyi, insanı, doğal kaynakları koruyacak ve geliştirecek büyüme modelini özümseyen, nitelikleri taşımalıdır. Belki o zaman ekonominin esenliğine kavuşmasının çareleri somut olarak araştırılabilir(Dr. Ali Nejat Ölçen: Sömürge Ekonomisine Doğru Devletsiz Ekonomi, Ekonomisiz Devlet, Türkiye Sorunları sayı 25, Eylül 1998)
Dr. Yüksel Cavlak
1923`te Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türk toplumu yıllarca Osmanlı devleti zamanında çeşitli cephelerde savaşarak yorulmuştu. Daha yorgunluğunu üstünden atmadan ülkesinin bağımsızlığı için çetin bir savaşa girmişti. Mustafa Kemal`in öncülüğünde bu savaştan alının akıyla çıkmıştı. Türk halkı bağımsızdı ve dünya devletleri önünde saygın bir ülkesi vardı, ama ne üstünde ne de başında hiçbir şeyi yoktu. Bütün bunlara rağmen bir Atası vardı. O`na güveniyor ve onunla birlikte geleceğe çok büyük umutlarla bakıyordu. Bu güvenle, bu şevkle kolları sıvayan halk Osmanlının borçlarını kuruşu kuruşuna ödediği gibi, ülkesinde büyük kalkınmalara damgasını vurmaya başlamıştı. Dediğimiz gibi, halk önderlerine güveniyordu. O`nun her bir sözünü bir emir gibi kabul ederek yerine getirmeye çalışıyordu. Ne demişti büyük Önder Mustafa Kemal?
“Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır; çünkü her şey bunun içinde bulunmaktadır.”
“Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılamazsa husule gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner.”
“Bilirsiniz ki, ekonomisi zayıf bir millet fakirlik ve yoksulluktan kurtulamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz…”
Mustafa Kemal`in her gittiği yerde bu ve buna benzer sözlerini ciddiye alan toplum canlıydı, hareketliydi, suskun değildi. Büyük Önderlerinin söylediklerini yapmadığı takdirde başlarına nelerin geleceğinin bilincindeydiler eğitim düzeyleri düşük olmalarına rağmen!
Mustafa Kemal`in önemle üstünde durduğu bu sözleri ülkeden kovulan Batılı devletlerin yetkilileri de çok iyi biliyorlardı. Türkiye`nin hem eğitimde hem de ekonomideki hızla ilerlemesine bir engel bulmaları gerekiyordu. İlk iş olarak, Mustafa Kemal`in ölümden sonra, Türkiye`de kendileri için çalışan işbirlikçilerin ayarlanması gerekiyordu. Bunun yanı sırada da, ekonomik gidişatın yavaş yavaş bozulması geliyordu. Yani yerli ekonominin, yerli sanayinin çanına ot tıkamak lazımdı. İlk hazırlık yapıldı ve ülkeye Marshal yardımı girdi. “Her mahallede milyoner yaratacağım” diyen o zamanın Başbakanı, dediğini gerçekleştirdi. Ve uzun zaman dolara karşı yarışan Türk Lirası`nın önüne bol sıfırlar konarak değeri düşürüldü ve gerçekten de alış gücü zayıf olan TL ile her mahallede milyonerlerin sayısı arttı. Türk toplumu pek farkında değildi olup bitenlerden. Yerli malı üretimi azaldıkça, orantılı olarak ülkeyi istila eden ithal mallarıyla tüketim histerisi gittikçe arttı. Bir zamanların değerli Türk Lirası gittikçe değer kaybetti ve dış ülkelerde bozdurulamaz oldu. Bu kısır döngü, yavaş yavaş orta tabakanın kalkmasına ve fakir ile zengin tabakanın arasındaki uçurumun derinleşmesine neden oldu. Artık Batılıların planı rayına oturmuş, İsviçre saati gibi tıkır tıkır işliyordu. Devreye İMF ve Dünya Bankası`da girince, ekonominin çöküşü ve toplumun fakirleşmesi kaçınılmaz hale geldi. 20 milyon insanın açlık sınırının altında gene milyonlarca insanın açlık sınırında bulunması, Batılıların planlarının ne kadar iyi çalıştığını ve Mustafa Kemal`in de ekonomideki endişesinde ne kadar haklı oluğunu göstermektedir. Hemen hemen orta tabaka kalktı. Ülke fakirler ve açlar ülkesi haline dönüşüverdi. İşte yerli ekonomiye indirilen ağır darbe, bir zamanların dirençli, güçlü ve sesli toplumunu suskun hale getirdi. Fakirlikle mücadele, ailesini geçindirmekle ve çocuklarının okul vesaire masraflarıyla mücadele veren toplum, ne kendisine ve ne de ülkesine oynanan oyunu fark edecek durumda değil. Fakirleştikçe, suskunluğu da o derece artmaktadır. Mustafa Kemal`in bir sözünü hatırlayalım. Ne demişti? “Ekonomisi zayıf bir millet fakirlik ve yoksulluktan kurtulamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz.” Türkiye`de son yıllarda yaşananlar, bu sözün ne kadar doğru olduğunu fazlasıyla kanıtlamaktadır. İşte erişilen bu durum, yani fakirlikle boğuşmaktan başka bir şey düşünemeyen toplumunun bu hali hem işbirlikçilere hem de Batılılara yaramaktadır. Hem işbirlikçiler ve hem de Batılı devletler meydanı boş bulduklarından istedikleri gibi at koşturmaktalar ve halk bunun farkında bile olamamaktadır. Bir de bunlara gerek görsel ve gerekse yazılı basının bombardımanı eklenince, toplum bırakınız sesini çıkarmayı, gülmeyi bile unuttu. Demek ki bir ülkeyi işgal etmek ilada silah zoruyla olmuyormuş. Ekonomisini felce uğratarak, o ülkeyi teslim almak da varmış! Bu kısır döngünün derhal ortadan kaldırılması, daralan çemberin yırtılması için gerçek aydınlara, gerçek yurtsever sivil toplum örgütlerine çok büyük görevler düşmektedir.
Söz konusu görevin çerçevesini algılamak için Atatürk döneminin alt yapısının ilke ve uygulamaları, belgelere inilerek incelenmeli ve böylece yeniden doğuşun modeli oluşturulmalıdır. Ülkemizin yetiştirdiği değerli bilim adamlarımızdan Yüksek İnşaat Mühendisi- ekonomi doktoru, eski DTP uzman ve yöneticisi, eski milletvekili Dr. Ali Nejat Ölçen, bu modelin çerçevesini şöyle çizerek, aydınlığa, kurtuluşa giden yolun açılmasına öncülük ediyor. Bu çerçeve:
Ulusal tasarrufu ekonominin büyümesine temel olan,
Kaynakların kullanım ve dağılımında toplumsal yarar ve mutluluğu gözeten,
Halkın kararlarına katılımını sağlayan ve devleti saydamlaştıran,
Dengeli ve adil bölüşümü ve büyümeyi gerçekleştirebilen ve kendisini buna göre planlayan,
Kendine yeterli, dışa açık, rekabet olanaklarını kullanabilen, nitelikli ve tasarrufu özendirici,
Sermaye birikimini toplumsal yarar ve minimum maliyet açısından değerlendiren,
Ekonomik büyüme sürecini, yerel karar ve gereksinmelerinin merkeze yansıtıldığı mekanizmalar aracılığıyla düzenleyen,
Çevreyi, insanı, doğal kaynakları koruyacak ve geliştirecek büyüme modelini özümseyen, nitelikleri taşımalıdır. Belki o zaman ekonominin esenliğine kavuşmasının çareleri somut olarak araştırılabilir(Dr. Ali Nejat Ölçen: Sömürge Ekonomisine Doğru Devletsiz Ekonomi, Ekonomisiz Devlet, Türkiye Sorunları sayı 25, Eylül 1998)
Dr. Yüksel Cavlak
Yüksel Cavlak- YAKUT ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 370
Yaş : 89
ŞEHİR : Recklinghausen
Meslek : doktor
Öğrenim Durumu : üniversite
Aldığı Teşekkür : 485
Kayıt tarihi : 16/05/08
Geri: Türk toplumu neden suskun?
Sayın
Yükselcavlak,
Her yazınız gibi bu yazınızda da yaptığınız tespitler ve bu tespitlerin çok
moral bozucu olmasına rağmen mutlaka bir çözüm de önermeniz gerçekten her türlü
takdirin üzerinde.
Başlangıçta söz ettiğiniz Atatürk'ün zamanındaki, lidere olan inanç ve güvenle
toplumun hangi noktadan nereye geldiğini ve sonrasında Lozanın öcünü almaya ant
içmiş olanların ve bunların yerli işbirlikçilerinin planlarını o kadar güzel
anlatmışsınız ki...
İzninizle küçük bir saptama yapmak istiyorum, devlet adamlığı olmanın
farklılığından biraz söz etmek isterim. Normal şartlarda, insanlar gün be gün
yaşananları doğru şekilde değerlendiremeyebilirler. Çünkü halk dediğimiz
insanların geçmişin analizini yapmaları, buna göre de geleceği öngörmeleri
beklenemez. Ama devlet yönetimine soyunmuş kişilerin belki de ana özellikleri
bu olmalıdır.
Bu analiz ve öngörü olmadan devlet adamlığı olmaz. Devlet adamlığı demek şimdi
olduğu gibi " meclise bir kapağı atayım da en azından benim ve tüm ailemin
geleceğini garantiye alırım, gerisi ne olursa olsun"
değildir.
Devleti yönetmeye soyunmuş kişiler bu ana görevlerini yerine getirmediklerinde
de söz ettiğiniz gibi bunu, başta aydınlar, sivil toplum örgütleri mutlaka
üstlenmelidir.
Marşal yardımıyla başlayan süreçte hiç bir aydınımız ne yazık ki bu görevini
yapmamıştır.
Üstelik Atatürk'ün mirasını yüklenenler de bu görevlerini yapmamışlardır.
Şimdi pek çok aydınımız ve birçok sivil toplum örgütü ( bıçak kemiğe
dayandığından) zorunlu olarak durumu görmekteler. Ama bana göre çekinceleri var
( bana göre asla olmaması gereken). Bu çekince muhalefet partileri için daha da
yoğun bir şekilde görülüyor. Nedir bu çekinceleri?
Söz ettiğiniz gibi yabancı ve yerli işbirlikçi emperyalistler bir yandan
ekonomimizi felce uğratarak bizleri muhtaç hale getirdiler ama öte yandan da
"luks"(!) tüketime alıştırdılar. Bu ciddi paradoks, gerek aydınların
gerekse muhalefetin en büyük çekincesidir.
Çünkü yeni, seçecekleri yoldaki uygulamalarda, toplumu bu sözüm ona
"lüks" lerden vaz geçmeye ve
hatta biraz daha sıkıntı çekmeye ikna etmeleri gerekiyor.
İşte öngörüsü olduğu halde hala daha bir şeyler yapılamamasının en büyük
nedenlerinden birisi de budur bence.
Çünkü ne muhalefet, ne de aydınlarımız asla Atatürk'e gösterilen inanç ve
güveni bir türlü kazanamamışlardır. Çünkü halktan neredeyse tümüyle kopmuş
durumdalar.
Yükselcavlak,
Her yazınız gibi bu yazınızda da yaptığınız tespitler ve bu tespitlerin çok
moral bozucu olmasına rağmen mutlaka bir çözüm de önermeniz gerçekten her türlü
takdirin üzerinde.
Başlangıçta söz ettiğiniz Atatürk'ün zamanındaki, lidere olan inanç ve güvenle
toplumun hangi noktadan nereye geldiğini ve sonrasında Lozanın öcünü almaya ant
içmiş olanların ve bunların yerli işbirlikçilerinin planlarını o kadar güzel
anlatmışsınız ki...
İzninizle küçük bir saptama yapmak istiyorum, devlet adamlığı olmanın
farklılığından biraz söz etmek isterim. Normal şartlarda, insanlar gün be gün
yaşananları doğru şekilde değerlendiremeyebilirler. Çünkü halk dediğimiz
insanların geçmişin analizini yapmaları, buna göre de geleceği öngörmeleri
beklenemez. Ama devlet yönetimine soyunmuş kişilerin belki de ana özellikleri
bu olmalıdır.
Bu analiz ve öngörü olmadan devlet adamlığı olmaz. Devlet adamlığı demek şimdi
olduğu gibi " meclise bir kapağı atayım da en azından benim ve tüm ailemin
geleceğini garantiye alırım, gerisi ne olursa olsun"
değildir.
Devleti yönetmeye soyunmuş kişiler bu ana görevlerini yerine getirmediklerinde
de söz ettiğiniz gibi bunu, başta aydınlar, sivil toplum örgütleri mutlaka
üstlenmelidir.
Marşal yardımıyla başlayan süreçte hiç bir aydınımız ne yazık ki bu görevini
yapmamıştır.
Üstelik Atatürk'ün mirasını yüklenenler de bu görevlerini yapmamışlardır.
Şimdi pek çok aydınımız ve birçok sivil toplum örgütü ( bıçak kemiğe
dayandığından) zorunlu olarak durumu görmekteler. Ama bana göre çekinceleri var
( bana göre asla olmaması gereken). Bu çekince muhalefet partileri için daha da
yoğun bir şekilde görülüyor. Nedir bu çekinceleri?
Söz ettiğiniz gibi yabancı ve yerli işbirlikçi emperyalistler bir yandan
ekonomimizi felce uğratarak bizleri muhtaç hale getirdiler ama öte yandan da
"luks"(!) tüketime alıştırdılar. Bu ciddi paradoks, gerek aydınların
gerekse muhalefetin en büyük çekincesidir.
Çünkü yeni, seçecekleri yoldaki uygulamalarda, toplumu bu sözüm ona
"lüks" lerden vaz geçmeye ve
hatta biraz daha sıkıntı çekmeye ikna etmeleri gerekiyor.
İşte öngörüsü olduğu halde hala daha bir şeyler yapılamamasının en büyük
nedenlerinden birisi de budur bence.
Çünkü ne muhalefet, ne de aydınlarımız asla Atatürk'e gösterilen inanç ve
güveni bir türlü kazanamamışlardır. Çünkü halktan neredeyse tümüyle kopmuş
durumdalar.
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz