Korku imparatorluğunun sonucu
1 sayfadaki 1 sayfası
Korku imparatorluğunun sonucu
Korku imparatorluğunun sonucu
Günlerdir gazetelerde okuyor, televizyonlarda izliyorsunuz neyi mi
Yunanistan’daki olayları. Konunun özeti şu: Yunan polisi 16 yaşındaki
bir genci gösteri sırasında vurarak öldürdü. Bunun üzerine Yunanistan
ayağa kalktı, başta başkent Atina olmak üzere hemen tüm kentlerde büyük
gösteriler yapıldı, bu gösterilerde çatışmalar çıktı, arabalar yakıldı,
binalar ağır hasarlar gördü.
Komşuda bu olaylar olurken Türk
medyası da konunun üzerine atladı. Gazete manşetleri ve TV’lerin ilk
haberleri bu çatışmaları, “polisle çatışanlardan yana tavır alarak”
yazarken, köşe yazarları da gösterici Yunanlıları ayakta alkışlayarak
“Türkiye bu konuda yine sınıfta kaldı” yorumları yapıyor.
İşte
bu noktada kafam karışıyor. Yunan halkının ya da anarşistlerinin -çünkü
sokakta çatışanlar bu isimle adlandırılıyor, üstelik karalamak için
değil, Yunanistan’da gerçekten kendilerine anarşist diyenler var-
polisle büyük çatışmalara girmesi bizde neden bu kadar destek görüyor?
Yorumlara
bakıyorum “Türkiye’de polis bir yılda 36 kişiyi öldürdü, kimsenin kılı
kıpırdamadı, Yunanistan’da bir kişi öldü yer yerinden oynuyor, işte
sivil toplum tepkisi budur” diye yazılıyor. Çok güzel de Türkiye’deki
benzer olaylara nasıl tepki koyacağız? Ya da Türkiye’de polisin birini
öldürmesinden sonra halk sokaklara dökülse, bizim medyamız
Yunanistan’daki olaylara gösterdiği hoşgörüyü gösterecek mi?
Çok
değil bir hafta kadar önce polis kurşunlarıyla ölenlerin ailelerinin
katıldığı bir TV programında, kendisine liberal aydın diyenlerin nasıl
faşizan duygularla öldürülenleri haksız, öldürenleri haklı göstermeye
çalıştıklarına tanık olduk.
Bunun da ötesinde, ne sebeple olursa
olsun, bir tavır ortaya koymaya çalışan sivil toplum örgütlerininin
hepsini aynı kefeye koyup “Bunlar provakatör, maksat ortalığı
karıştırmak, biz bu filmi görmüştük, yine 12 Eylül öncesini hortlatmaya
çalışıyorlar” diyerek kafaları allak bullak etmiyor muyuz?
Ama
sanıyorum tüm bu yayınlara rağmen aslında gerçek düşünceler farklı.
Çünkü biz Türkiye’de korkular içinde yaşıyoruz. Sabahın köründe hiçbir
belge, bilgi ve suçlama olmadan gözaltına alınıp, 4 gün psikolojik
işkence altında tutulan ve tutuklanan insanların ülkesi Türkiye.
Polise
kimlik sorduğu için dayak yiyen, evine bıraktığı arkadaşını öptüğü için
adeta linç edilmeye kalkılan, polis arama noktasından görmediği ya da
korktuğu için kaçmaya çalışanların alnından vurulduğu bir ülkedeyiz.
İktidar öyle bir korku imparatorluğu kurdu, işine gelmeyenlerin canını öylesine yaktı ki, korku iliklerimize kadar işledi.
Hepimiz
korkuyoruz. Türkiye’deki olaylara tepki koyamıyoruz. Bu nedenle de
sivil toplum hareketlerinde gerçek düşüncemizi değil de korkularımızın
sonuçlarını ortaya koyuyoruz. Ama içimizdeki bu korku ve dehşet
duygusu, komşudaki bir olayla açığa çıkıyor ve bize bir zarar
vermeyeceğini düşündüğümüz için istediğimiz gibi yazabiliyoruz.
Aslında garip bir “çifte standart” olan bu uygulamayı ben böyle tercüme ediyorum.
***
Vah Fenerbahçem
Ufak
tefek yazdım, Türkiye’nin yeni trendi gereği kimsenin sesi çıkmadı. Bu
Fenerbahçe bu sezon yanlış kuruldu, yönetim zaafiyetleri yaşıyor ve
doğal olarak da başarılı olamıyor.
Bir yılda yaşanan bu çöküşün
temel nedeni sanıyorum yönetimin aldığı alkışlardan başının dönmesi ve
müthiş bir megalomaniye kapılması. Kaybedilen futbolcular, yanlış
alınan oyuncular, antrenör seçiminin doğru olmaması Fenerbahçe’yi yine
“vah vah” durumuna getirdi.
Şimdi eleştiriler yağmur gibi
yağıyor. Yönetim bunlara öfkelenip hiddetlenmek yerine artık
söylenenlere kulak vermeli ve hiç zaman yitirmeden takımı ameliyat
masasına yatırmalı.
Bir kere takımın bütünlüğü bozulmuş gibi. En
önemli maçta bile sahada “hırsla” koşan bir oyuncu yok. Tamam,
yarısından çoğu yabancı olan bir takımda eskisi gibi “takım ruhu”
aramak, “Fenerbahçe sevgisi ve sadakati” bulmaya çalışmak doğru değil.
Ancak profesyonel ahlak ve sorumluluk da mı kalmadı?
Güiza diye
bir oyuncu alınıyor, bırakın gol atmayı, top ayağına geldiğinde ne
yapacağını şaşırıyor. Dünya starı Alex takım kurmaya karışmaktan
oynamaya fırsat bulamıyor. Kazım diye bir adam kaprisleriyle herkesi
çileden çıkarıyor. Kaleci Volkan jöleli saçlarıyla lüks otomobil turu
atmaktan kaleye gelen topu tutmayı düşünemiyor.
Kaçırdığın
Aurelio gittiği ülkelerde harikalar yaratırken Tuncay’ı İngiltere
paylaşamıyor. Beğenmiyor bazıları ama takımı ayakta tutan tek futbolcu,
ultra profesyonel oyun ve hırsıyla Roberto Carlos. O da yetmiyor tabii.
Sonuç olarak Fenerbahçe ağır yaralı. Bu yaraların sarılması Fenerbahçe’yi ve Türk futbolunu seven herkesin görevidir.
***
Orası havaalanı değil
Son
günlerde, biraz da gerekli olduğundan toplu taşıma araçlarını çok sık
kullandım. Metro, metrobüs, hafif raylı sistem en sıkışık trafikte
imdadıma yetişti. Bayramdan önce Ankara’ya gittim. Uçak akşam
18.00’deydi. Yani Atatürk Havalimanı’na giden yolların en beter olduğu
saatler.
Bunun üzerine Zincirlikuyu’dan metrobüse bindim.
Merter’de indim. Köprüden geçip hafif raylı sisteme geçtim. Oradan
bindiğim trenden Atatürk Havalimanı’nın altında indim. Doğru yukarı
çıkıp uçağa gittim. Çok kolay oldu. Ama dikkatimi çeken bir şey de
kafamı çok bozdu. Aksaray’dan Atatürk Havalimanı’na giden trenin
üzerinde “Havaalanı” yazıyor. İlk anda “olabilir” diye geçirdim
içimden. Sonuçta amaç belli. Ancak Atatürk Havalimanı’na gelince durum
değişti. Çünkü burada da “Havaalanı” yazıyor. Üstelik bu sadece
istasyon adı gibi peronda da yazmıyor. Yerin altındaki devasa gara
giren kapının üzerinde de “Havaalanı” yazısı var.
AKP’li
belediyenin Atatürk’ün adından bile rahatsızlık duyduğunu bilmeyen yok.
Ama bunu yaparken dünyanın en önemli havalimanlarından biri olan
Atatürk Havalimanı’nın bile adını yazamamak komik olduğu kadar çok da
anlamlı. Belediye Başkanı Kadir Topbaş bilmeli ki İstanbul’da
“Havaalanı” diye bir yer yok. “Atatürk Havalimanı” var.
Anlamakta
zorluk çekebilir diye örnek vermek istiyorum. Metro için diyelim ki Ali
Sami Yen Stadı’nın hemen yanında bir istasyon açacak olsa buranın adı
“Stadyum” mu olacak?
Atatürk Havalimanı’nı metro güzergâhında “Havaalanı” diye göstermek bir ihmal değil kasıttır.
***
İş telefonu
Ev telefonunun faturası hayli yüksek gelince, baba ev halkını toplamış:
Baba: Yahu bu korkunç bir fatura. Ben bu telefonu asla kullanmıyorum, hep şirket telefonumu kullanıyorum.
Anne: Aynen ben de... Akşama kadar çalıştığım bankada elimin altında telefon. Ne yapayım bunu!
Oğlan: Vallahi ben de iş yerimin bana verdiği cep telefonu ile bütün görüşmelerimi yapıyorum.
Kız: Eee benim de şirket hattım var. Ev telefonunu hiç kullanmam ki...
Herkes aniden evdeki hizmetçiye döner ve cevap arar gözle bakarlar...
Hizmetçi: Eee... Problem ne o zaman? Sanırım hepimiz iş telefonlarını kullanıyoruz...
***
Başa kakılan bir iyilik daima hakaret yerini tutar.
Racine
Günlerdir gazetelerde okuyor, televizyonlarda izliyorsunuz neyi mi
Yunanistan’daki olayları. Konunun özeti şu: Yunan polisi 16 yaşındaki
bir genci gösteri sırasında vurarak öldürdü. Bunun üzerine Yunanistan
ayağa kalktı, başta başkent Atina olmak üzere hemen tüm kentlerde büyük
gösteriler yapıldı, bu gösterilerde çatışmalar çıktı, arabalar yakıldı,
binalar ağır hasarlar gördü.
Komşuda bu olaylar olurken Türk
medyası da konunun üzerine atladı. Gazete manşetleri ve TV’lerin ilk
haberleri bu çatışmaları, “polisle çatışanlardan yana tavır alarak”
yazarken, köşe yazarları da gösterici Yunanlıları ayakta alkışlayarak
“Türkiye bu konuda yine sınıfta kaldı” yorumları yapıyor.
İşte
bu noktada kafam karışıyor. Yunan halkının ya da anarşistlerinin -çünkü
sokakta çatışanlar bu isimle adlandırılıyor, üstelik karalamak için
değil, Yunanistan’da gerçekten kendilerine anarşist diyenler var-
polisle büyük çatışmalara girmesi bizde neden bu kadar destek görüyor?
Yorumlara
bakıyorum “Türkiye’de polis bir yılda 36 kişiyi öldürdü, kimsenin kılı
kıpırdamadı, Yunanistan’da bir kişi öldü yer yerinden oynuyor, işte
sivil toplum tepkisi budur” diye yazılıyor. Çok güzel de Türkiye’deki
benzer olaylara nasıl tepki koyacağız? Ya da Türkiye’de polisin birini
öldürmesinden sonra halk sokaklara dökülse, bizim medyamız
Yunanistan’daki olaylara gösterdiği hoşgörüyü gösterecek mi?
Çok
değil bir hafta kadar önce polis kurşunlarıyla ölenlerin ailelerinin
katıldığı bir TV programında, kendisine liberal aydın diyenlerin nasıl
faşizan duygularla öldürülenleri haksız, öldürenleri haklı göstermeye
çalıştıklarına tanık olduk.
Bunun da ötesinde, ne sebeple olursa
olsun, bir tavır ortaya koymaya çalışan sivil toplum örgütlerininin
hepsini aynı kefeye koyup “Bunlar provakatör, maksat ortalığı
karıştırmak, biz bu filmi görmüştük, yine 12 Eylül öncesini hortlatmaya
çalışıyorlar” diyerek kafaları allak bullak etmiyor muyuz?
Ama
sanıyorum tüm bu yayınlara rağmen aslında gerçek düşünceler farklı.
Çünkü biz Türkiye’de korkular içinde yaşıyoruz. Sabahın köründe hiçbir
belge, bilgi ve suçlama olmadan gözaltına alınıp, 4 gün psikolojik
işkence altında tutulan ve tutuklanan insanların ülkesi Türkiye.
Polise
kimlik sorduğu için dayak yiyen, evine bıraktığı arkadaşını öptüğü için
adeta linç edilmeye kalkılan, polis arama noktasından görmediği ya da
korktuğu için kaçmaya çalışanların alnından vurulduğu bir ülkedeyiz.
İktidar öyle bir korku imparatorluğu kurdu, işine gelmeyenlerin canını öylesine yaktı ki, korku iliklerimize kadar işledi.
Hepimiz
korkuyoruz. Türkiye’deki olaylara tepki koyamıyoruz. Bu nedenle de
sivil toplum hareketlerinde gerçek düşüncemizi değil de korkularımızın
sonuçlarını ortaya koyuyoruz. Ama içimizdeki bu korku ve dehşet
duygusu, komşudaki bir olayla açığa çıkıyor ve bize bir zarar
vermeyeceğini düşündüğümüz için istediğimiz gibi yazabiliyoruz.
Aslında garip bir “çifte standart” olan bu uygulamayı ben böyle tercüme ediyorum.
***
Vah Fenerbahçem
Ufak
tefek yazdım, Türkiye’nin yeni trendi gereği kimsenin sesi çıkmadı. Bu
Fenerbahçe bu sezon yanlış kuruldu, yönetim zaafiyetleri yaşıyor ve
doğal olarak da başarılı olamıyor.
Bir yılda yaşanan bu çöküşün
temel nedeni sanıyorum yönetimin aldığı alkışlardan başının dönmesi ve
müthiş bir megalomaniye kapılması. Kaybedilen futbolcular, yanlış
alınan oyuncular, antrenör seçiminin doğru olmaması Fenerbahçe’yi yine
“vah vah” durumuna getirdi.
Şimdi eleştiriler yağmur gibi
yağıyor. Yönetim bunlara öfkelenip hiddetlenmek yerine artık
söylenenlere kulak vermeli ve hiç zaman yitirmeden takımı ameliyat
masasına yatırmalı.
Bir kere takımın bütünlüğü bozulmuş gibi. En
önemli maçta bile sahada “hırsla” koşan bir oyuncu yok. Tamam,
yarısından çoğu yabancı olan bir takımda eskisi gibi “takım ruhu”
aramak, “Fenerbahçe sevgisi ve sadakati” bulmaya çalışmak doğru değil.
Ancak profesyonel ahlak ve sorumluluk da mı kalmadı?
Güiza diye
bir oyuncu alınıyor, bırakın gol atmayı, top ayağına geldiğinde ne
yapacağını şaşırıyor. Dünya starı Alex takım kurmaya karışmaktan
oynamaya fırsat bulamıyor. Kazım diye bir adam kaprisleriyle herkesi
çileden çıkarıyor. Kaleci Volkan jöleli saçlarıyla lüks otomobil turu
atmaktan kaleye gelen topu tutmayı düşünemiyor.
Kaçırdığın
Aurelio gittiği ülkelerde harikalar yaratırken Tuncay’ı İngiltere
paylaşamıyor. Beğenmiyor bazıları ama takımı ayakta tutan tek futbolcu,
ultra profesyonel oyun ve hırsıyla Roberto Carlos. O da yetmiyor tabii.
Sonuç olarak Fenerbahçe ağır yaralı. Bu yaraların sarılması Fenerbahçe’yi ve Türk futbolunu seven herkesin görevidir.
***
Orası havaalanı değil
Son
günlerde, biraz da gerekli olduğundan toplu taşıma araçlarını çok sık
kullandım. Metro, metrobüs, hafif raylı sistem en sıkışık trafikte
imdadıma yetişti. Bayramdan önce Ankara’ya gittim. Uçak akşam
18.00’deydi. Yani Atatürk Havalimanı’na giden yolların en beter olduğu
saatler.
Bunun üzerine Zincirlikuyu’dan metrobüse bindim.
Merter’de indim. Köprüden geçip hafif raylı sisteme geçtim. Oradan
bindiğim trenden Atatürk Havalimanı’nın altında indim. Doğru yukarı
çıkıp uçağa gittim. Çok kolay oldu. Ama dikkatimi çeken bir şey de
kafamı çok bozdu. Aksaray’dan Atatürk Havalimanı’na giden trenin
üzerinde “Havaalanı” yazıyor. İlk anda “olabilir” diye geçirdim
içimden. Sonuçta amaç belli. Ancak Atatürk Havalimanı’na gelince durum
değişti. Çünkü burada da “Havaalanı” yazıyor. Üstelik bu sadece
istasyon adı gibi peronda da yazmıyor. Yerin altındaki devasa gara
giren kapının üzerinde de “Havaalanı” yazısı var.
AKP’li
belediyenin Atatürk’ün adından bile rahatsızlık duyduğunu bilmeyen yok.
Ama bunu yaparken dünyanın en önemli havalimanlarından biri olan
Atatürk Havalimanı’nın bile adını yazamamak komik olduğu kadar çok da
anlamlı. Belediye Başkanı Kadir Topbaş bilmeli ki İstanbul’da
“Havaalanı” diye bir yer yok. “Atatürk Havalimanı” var.
Anlamakta
zorluk çekebilir diye örnek vermek istiyorum. Metro için diyelim ki Ali
Sami Yen Stadı’nın hemen yanında bir istasyon açacak olsa buranın adı
“Stadyum” mu olacak?
Atatürk Havalimanı’nı metro güzergâhında “Havaalanı” diye göstermek bir ihmal değil kasıttır.
***
İş telefonu
Ev telefonunun faturası hayli yüksek gelince, baba ev halkını toplamış:
Baba: Yahu bu korkunç bir fatura. Ben bu telefonu asla kullanmıyorum, hep şirket telefonumu kullanıyorum.
Anne: Aynen ben de... Akşama kadar çalıştığım bankada elimin altında telefon. Ne yapayım bunu!
Oğlan: Vallahi ben de iş yerimin bana verdiği cep telefonu ile bütün görüşmelerimi yapıyorum.
Kız: Eee benim de şirket hattım var. Ev telefonunu hiç kullanmam ki...
Herkes aniden evdeki hizmetçiye döner ve cevap arar gözle bakarlar...
Hizmetçi: Eee... Problem ne o zaman? Sanırım hepimiz iş telefonlarını kullanıyoruz...
***
Başa kakılan bir iyilik daima hakaret yerini tutar.
Racine
Can ATAKLI- ALTIN ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 158
Yaş : 68
ŞEHİR : Türkiye
Meslek : Gazeteci
Öğrenim Durumu : Yüksek
Aldığı Teşekkür : 20
Kayıt tarihi : 05/06/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz