Bir rüzgâr esiyor ama...
1 sayfadaki 1 sayfası
Bir rüzgâr esiyor ama...
Bir rüzgâr esiyor ama...
1997 yılının karlı bir Moskova gününde, Gorbaçov’un danışmanlarından
birisiyle birlikte, eski başkanla buluşmaya gidiyorduk. Takır takır buz
tutmuş yollarda kayarak ilerleyen otomobilde danışman bana Moskova’nın
ilginç binalarını gösteriyordu.
Korkunç duvarlar ardındaki görkemli taş yapılarda, insanı ezen bir azamet seziliyordu.
Sanki “Bu dünyada hiçbir kuvvet beni yıkmayı başaramaz!” der gibilerdi.
Danışman
sürekli anlatıyordu: “Bu KGB binası, bu Kızıl Ordu’nun komuta
merkezlerinden birisi, bu parti binası, şu yüksek kule Stalin’in
yaptırdığı yedi hükümet binasından biri.”
Birdenbire dedim ki: “Peki bütün bunlar nasıl yıkıldı?”
Şaşaladı, durdu, sonra hiç unutmayacağım bir şey söyledi:
“Bilmiyoruz.” dedi. “Bir gün bir rüzgâr esti, hepimizin başı dönmeye başladı ve büyük değişimler ardı ardına geldi!”
Bu sözü hiç unutmadım.
***
20. yüzyıl başında kurulan rejimlerden hiçbirisi eski biçiminde yaşamıyor.
Dillendirsek de dillendirmesek de birçok kişinin “Acaba sıra Türkiye’ye mi geldi?” sorusunu sorduğunu biliyorum.
Bu soru haksız değil çünkü Türkiye de çok büyük bir değişim sürecinin içinde.
İnsanların başı dönüyor.
Eskiden ağıza dahi alınamayacak olan büyük dönüşümler ardı ardına gelmekte.
Sistemde ordunun, siyasetin, sivil toplumun, medyanın rolü yeniden belirleniyor.
Tabular birer birer yıkılıyor.
***
Bu büyük değişimin olumlu yönleri de var elbette.
AB ile birlikte girişilen reformların çoğu bu ülke için gerekliydi.
Çünkü bu dünyada hiçbir sistem; ilelebet kalıplaşmış, donmuş, hiç değişmeyen dogmalara göre yönetilemez.
Bunu bizzat Kemal Atatürk söylememiş miydi?
Ne diyordu tekrar hatırlayalım:
“Ben
manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve
kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.”
Ne kadar açık değil mi?
***
Türkiye’nin sorunu çağa uygun reformların yapılması değil.
Bu reformların “siyasal İslam” referansıyla yapılıyor oluşu.
Bunda
da en büyük kabahat, Atatürk’ün izinden gittiklerini söyleyen
siyasetçilerin, bu manevi mirasa ihanet ederek, kendilerini dar bir
şovenizmin ve üçüncü dünyacılığın kalıplarına hapsetmiş oluşları.
Özellikle
2002 seçimlerinden sonra bu ülkede tarihsel bir kayma yaşandı ve
kendisine Atatürkçü sıfatını layık görenlerin elden bıraktığı
“Batılılaşma ve reform” bayrağını, siyasal İslamcılar ele aldı.
Çünkü tabiat ve siyaset boşluk kabul etmez.
2009 yılından geriye bakılınca her şey yerli yerine oturuyor ve daha iyi anlaşılıyor.
Sanırım
bazı insaf sahibi okurlar, bu satırların yazarının o dönemdeki
çırpınmasını ve bu iş böyle olmasın diye yırtınmasını, uyarılarını
hatırlarlar.
***
Olanla
ölene çare bulunmuyor ama yine de “Keşke böyle olmasaydı!” demekten
kendimi alamıyorum; çünkü büyük dönüşümün ardından ne geleceği belli
değil.
Belirsizlik, yapılanlardan değil yapan elden kaynaklanıyor.
1997 yılının karlı bir Moskova gününde, Gorbaçov’un danışmanlarından
birisiyle birlikte, eski başkanla buluşmaya gidiyorduk. Takır takır buz
tutmuş yollarda kayarak ilerleyen otomobilde danışman bana Moskova’nın
ilginç binalarını gösteriyordu.
Korkunç duvarlar ardındaki görkemli taş yapılarda, insanı ezen bir azamet seziliyordu.
Sanki “Bu dünyada hiçbir kuvvet beni yıkmayı başaramaz!” der gibilerdi.
Danışman
sürekli anlatıyordu: “Bu KGB binası, bu Kızıl Ordu’nun komuta
merkezlerinden birisi, bu parti binası, şu yüksek kule Stalin’in
yaptırdığı yedi hükümet binasından biri.”
Birdenbire dedim ki: “Peki bütün bunlar nasıl yıkıldı?”
Şaşaladı, durdu, sonra hiç unutmayacağım bir şey söyledi:
“Bilmiyoruz.” dedi. “Bir gün bir rüzgâr esti, hepimizin başı dönmeye başladı ve büyük değişimler ardı ardına geldi!”
Bu sözü hiç unutmadım.
***
20. yüzyıl başında kurulan rejimlerden hiçbirisi eski biçiminde yaşamıyor.
Dillendirsek de dillendirmesek de birçok kişinin “Acaba sıra Türkiye’ye mi geldi?” sorusunu sorduğunu biliyorum.
Bu soru haksız değil çünkü Türkiye de çok büyük bir değişim sürecinin içinde.
İnsanların başı dönüyor.
Eskiden ağıza dahi alınamayacak olan büyük dönüşümler ardı ardına gelmekte.
Sistemde ordunun, siyasetin, sivil toplumun, medyanın rolü yeniden belirleniyor.
Tabular birer birer yıkılıyor.
***
Bu büyük değişimin olumlu yönleri de var elbette.
AB ile birlikte girişilen reformların çoğu bu ülke için gerekliydi.
Çünkü bu dünyada hiçbir sistem; ilelebet kalıplaşmış, donmuş, hiç değişmeyen dogmalara göre yönetilemez.
Bunu bizzat Kemal Atatürk söylememiş miydi?
Ne diyordu tekrar hatırlayalım:
“Ben
manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve
kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.”
Ne kadar açık değil mi?
***
Türkiye’nin sorunu çağa uygun reformların yapılması değil.
Bu reformların “siyasal İslam” referansıyla yapılıyor oluşu.
Bunda
da en büyük kabahat, Atatürk’ün izinden gittiklerini söyleyen
siyasetçilerin, bu manevi mirasa ihanet ederek, kendilerini dar bir
şovenizmin ve üçüncü dünyacılığın kalıplarına hapsetmiş oluşları.
Özellikle
2002 seçimlerinden sonra bu ülkede tarihsel bir kayma yaşandı ve
kendisine Atatürkçü sıfatını layık görenlerin elden bıraktığı
“Batılılaşma ve reform” bayrağını, siyasal İslamcılar ele aldı.
Çünkü tabiat ve siyaset boşluk kabul etmez.
2009 yılından geriye bakılınca her şey yerli yerine oturuyor ve daha iyi anlaşılıyor.
Sanırım
bazı insaf sahibi okurlar, bu satırların yazarının o dönemdeki
çırpınmasını ve bu iş böyle olmasın diye yırtınmasını, uyarılarını
hatırlarlar.
***
Olanla
ölene çare bulunmuyor ama yine de “Keşke böyle olmasaydı!” demekten
kendimi alamıyorum; çünkü büyük dönüşümün ardından ne geleceği belli
değil.
Belirsizlik, yapılanlardan değil yapan elden kaynaklanıyor.
Zülfü Livaneli- GÜMÜŞ ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 81
Yaş : 78
ŞEHİR : yazar
Meslek : yazar
Öğrenim Durumu : yazar
Aldığı Teşekkür : 10
Kayıt tarihi : 25/11/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz