Nasıl alıştık?
1 sayfadaki 1 sayfası
Nasıl alıştık?
Nasıl alıştık?
Yeni yılın ilk yazısında, 2009’un “toplumsal hoşgörünün” gerçek olduğu bir
Türkiye umudunu taşıdığımı söylemiştim. Galiba çok iyimsermişim. Çünkü
bir tarafta inanılmaz vahşi bir savaşla girdik yeni yıla, uygar(!)
dünyanın her zamanki inanılmaz vurdumduymazlığıyla. Ve Türkiye de
maalesef artık üzerine yeni bir gömlek giydirilmeye çalışılan bir
Türkiye; bu uğurda tarih, toplum bilim, hukuk, siyaset ne kadar veri,
kavram ya da gerçek varsa tümünün ters yüz edilmeye çalışıldığı bir
Türkiye.
Maalesef her konuyu da bu yeni Türkiye’de, bu yeni
ortamda tartıştık; örneğin basın özgürlüğünü... Yayın kuruluşlarının
neredeyse yüzde 80’inin iktidarın elinde olmasını; bir bölümünün
doğrudan doğruya “iktidar kanalı” olmasını, diğerlerinin de korku ve
beklenti yoluyla “ehlileştirilmelerini” kabul ettik. Koskoca bir yayın
kuruluşunun, Başbakan’ın damadının başında bulunduğu şirkete
verilmesini olağan karşıladık. Seçimlerin böyle bir ortamda,
halkoylamasının inanılmaz anti demokratik bir ortamda yapılmasını
normal gördük. Bunları görmeyen, görmezden gelen, üstelik bizleri de
buna ikna etmeye çalışan embedded aydınları(!) normal saydık.
Cezaevlerinde ölümler için “bırakın bu tür gereksiz ayrıntıları” diyen
embedded aydınlar gördük. Bunları olağan sandık. Kanıksadık.
***
Yurt
dışı seyahatinden ayağında terliklerle dönen ve karısı kendisinden dört
adım arkada yürüyen genel müdürleri, uluslararası sempozyumda ayağını
altına alıp oturan bürokrat türünü bu ortamda tanıdık. Ve normal
sandık. Karısını ayrı oturtup yemek yediren sonra gazetelere baskı
yapıp, “daha önce beraber yemek yemişler” diye zorla yazdıran siyasetçi
türünü gördük. “Beni dindarım diye seçmiyorlar” diye propaganda yapıp,
Anayasa Mahkemesi’nin kararından bir gece önce Başbakan’la gizli gizli
Çukurambar’da buluşan sözüm ona tarafsız Cumhurbaşkanı’nı gördük.
Olağandır zannettik.
Zavallı 7 gencin doğalgaz kaçağı nedeniyle
ölümleri, herkesi üzüntüye boğmuşken, o çocuklar için korkunç bir
değerlendirme yapan, sonra da “Cumanız mübarek olsun” diye sözünü
bitiren, böylece sözüm ona Müslümanlığını, itikadını gösteren bürokrat
türünü gördük. Normal zannettik.
Tüm değerleri, tüm gerçekleri
böyle bir ortamda altüst ettik. “Türban sorununu da, Anayasa
Mahkemesi’ni de, 367 kararını da, türban kararını da” bu ortamda
tartıştık. Hem de embedded aydınlar ile, Başbakan’ın deyimi ile
“silahşörleri” ile. Böyle bir ortamda, 2007 yılına kadar hiç sivil
anayasa yapmamış olduğumuza, ilk kez de AKP’nin anayasa yapacağına, hem
de bunu, tek başına yapacağına inandırılmaya çalışıldık.
***
Şimdi aynı şey TRT’nin kürtçe yayın yapan “şeş” kanalının açılması konusunda
da devam ediyor. Zannedersiniz ki, bu yönde hiç bir düzenleme yoktu. Ve
böyle bir “açılım” ilk kez yapıldı. Oysa 2001’de Anayasa, 3 Ağustos
2002’de ilgili yasa değişmiş; “vatandaşların geleneksel olarak
kullandıkları dil ve lehçelerde yayın yapabilmeleri olanağı” sağlanmış.
6,5 yıl, yani 2002 seçimlerinden önce. 15 Temmuz 2003’de yasa bir daha
değişmiş; “hem kamu hem de özel televizyonlarda yayın olanağı”
getirilmiş. 25 Ocak 2004’te yönetmelik çıkarılmış; tam 5 yıl önce. Hem
de terör neredeyse hiç yokken ve yasal hiçbir engelin bulunmadığı
ortamda Hükümetin tek yapması gereken siyasal, kültürel, ekonomik
adımların atılması iken. Şimdi yeni bir yasa mı yapıldı? Yeni düzenleme
mi gerekliydi? Gerekli değilse 5,5 yıl ne beklendi? Neden beklendi?
Bir
TV kanalında izledim; Kürtçe yayını icat eden(!) (dikkat edin sağlayan
değil) milletvekili tanıtılıyordu. Merak ediyorum. Biz bu cehalete, bu
ortama, bu siyasetçilere, bu aydınlara(!) nasıl alıştık? Ne alıştırdı
bizi, nasıl bir iktidar ya da nasıl bir anlayış alıştırdı?
Yeni yılın ilk yazısında, 2009’un “toplumsal hoşgörünün” gerçek olduğu bir
Türkiye umudunu taşıdığımı söylemiştim. Galiba çok iyimsermişim. Çünkü
bir tarafta inanılmaz vahşi bir savaşla girdik yeni yıla, uygar(!)
dünyanın her zamanki inanılmaz vurdumduymazlığıyla. Ve Türkiye de
maalesef artık üzerine yeni bir gömlek giydirilmeye çalışılan bir
Türkiye; bu uğurda tarih, toplum bilim, hukuk, siyaset ne kadar veri,
kavram ya da gerçek varsa tümünün ters yüz edilmeye çalışıldığı bir
Türkiye.
Maalesef her konuyu da bu yeni Türkiye’de, bu yeni
ortamda tartıştık; örneğin basın özgürlüğünü... Yayın kuruluşlarının
neredeyse yüzde 80’inin iktidarın elinde olmasını; bir bölümünün
doğrudan doğruya “iktidar kanalı” olmasını, diğerlerinin de korku ve
beklenti yoluyla “ehlileştirilmelerini” kabul ettik. Koskoca bir yayın
kuruluşunun, Başbakan’ın damadının başında bulunduğu şirkete
verilmesini olağan karşıladık. Seçimlerin böyle bir ortamda,
halkoylamasının inanılmaz anti demokratik bir ortamda yapılmasını
normal gördük. Bunları görmeyen, görmezden gelen, üstelik bizleri de
buna ikna etmeye çalışan embedded aydınları(!) normal saydık.
Cezaevlerinde ölümler için “bırakın bu tür gereksiz ayrıntıları” diyen
embedded aydınlar gördük. Bunları olağan sandık. Kanıksadık.
***
Yurt
dışı seyahatinden ayağında terliklerle dönen ve karısı kendisinden dört
adım arkada yürüyen genel müdürleri, uluslararası sempozyumda ayağını
altına alıp oturan bürokrat türünü bu ortamda tanıdık. Ve normal
sandık. Karısını ayrı oturtup yemek yediren sonra gazetelere baskı
yapıp, “daha önce beraber yemek yemişler” diye zorla yazdıran siyasetçi
türünü gördük. “Beni dindarım diye seçmiyorlar” diye propaganda yapıp,
Anayasa Mahkemesi’nin kararından bir gece önce Başbakan’la gizli gizli
Çukurambar’da buluşan sözüm ona tarafsız Cumhurbaşkanı’nı gördük.
Olağandır zannettik.
Zavallı 7 gencin doğalgaz kaçağı nedeniyle
ölümleri, herkesi üzüntüye boğmuşken, o çocuklar için korkunç bir
değerlendirme yapan, sonra da “Cumanız mübarek olsun” diye sözünü
bitiren, böylece sözüm ona Müslümanlığını, itikadını gösteren bürokrat
türünü gördük. Normal zannettik.
Tüm değerleri, tüm gerçekleri
böyle bir ortamda altüst ettik. “Türban sorununu da, Anayasa
Mahkemesi’ni de, 367 kararını da, türban kararını da” bu ortamda
tartıştık. Hem de embedded aydınlar ile, Başbakan’ın deyimi ile
“silahşörleri” ile. Böyle bir ortamda, 2007 yılına kadar hiç sivil
anayasa yapmamış olduğumuza, ilk kez de AKP’nin anayasa yapacağına, hem
de bunu, tek başına yapacağına inandırılmaya çalışıldık.
***
Şimdi aynı şey TRT’nin kürtçe yayın yapan “şeş” kanalının açılması konusunda
da devam ediyor. Zannedersiniz ki, bu yönde hiç bir düzenleme yoktu. Ve
böyle bir “açılım” ilk kez yapıldı. Oysa 2001’de Anayasa, 3 Ağustos
2002’de ilgili yasa değişmiş; “vatandaşların geleneksel olarak
kullandıkları dil ve lehçelerde yayın yapabilmeleri olanağı” sağlanmış.
6,5 yıl, yani 2002 seçimlerinden önce. 15 Temmuz 2003’de yasa bir daha
değişmiş; “hem kamu hem de özel televizyonlarda yayın olanağı”
getirilmiş. 25 Ocak 2004’te yönetmelik çıkarılmış; tam 5 yıl önce. Hem
de terör neredeyse hiç yokken ve yasal hiçbir engelin bulunmadığı
ortamda Hükümetin tek yapması gereken siyasal, kültürel, ekonomik
adımların atılması iken. Şimdi yeni bir yasa mı yapıldı? Yeni düzenleme
mi gerekliydi? Gerekli değilse 5,5 yıl ne beklendi? Neden beklendi?
Bir
TV kanalında izledim; Kürtçe yayını icat eden(!) (dikkat edin sağlayan
değil) milletvekili tanıtılıyordu. Merak ediyorum. Biz bu cehalete, bu
ortama, bu siyasetçilere, bu aydınlara(!) nasıl alıştık? Ne alıştırdı
bizi, nasıl bir iktidar ya da nasıl bir anlayış alıştırdı?
Süheyl BATUM- DEMİR ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 24
Yaş : 69
ŞEHİR : yazar
Meslek : yazar
Öğrenim Durumu : yazar
Aldığı Teşekkür : 10
Kayıt tarihi : 27/11/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz