Maalesef takke düştü, kel gözüktü (1)
1 sayfadaki 1 sayfası
Maalesef takke düştü, kel gözüktü (1)
Dün Sayın Hikmet Bilâ’yı NTV’de izledim. Son günlerde terör ve şiddet olaylarının yoğunlaşması ve maalesef 7 gencecik askerimizin şehit edilmesi karşısında, kendisine sorulan “tüm bu olaylar açılım nedeniyle mi oldu? Ve bu olaylar oluyor diye açılım öncesine mi dönmemiz gerekiyor” soruları karşısında, çok doğru ve güzel bir yanıt verdi. “Hayır açılım öncesine değil, terör neredeyse sıfır olmuşken, AKP’nin iktidar olduğu günlere dönelim yeter” dedi. Gerçekten de terörün neredeyse sıfıra düştüğü günlere. Türkiye’de herkesin, tüm partilerin demokratik açılımlara, kültürel haklara, Güneydoğu’da ekonomik önlemlere sıcak baktığı günlere; bu yönde ciddi Anayasa ve yasa değişikliklerinin yapıldığı günlere.
***
Ama oralardan bugünlere geldik. Neden mi? Bana göre, neden maalesef çok basit. Başkalarının hatta dost ve müttefik(!) ülkelerin aklı, onların projeleri, planları ile iş bitirebileceğimizi zannettik. Turgut Özal’ın “bir koyup üç alma planı” gibi. Aynı şekilde Kürt açılımı yapabileceğimizi, onların bize empoze ettikleri şekilde kendi vatandaşlarımıza hak verebileceğimizi, daha doğrusu onları buna kandırabileceğimizi zannettik. Üstelik “yabancıların hazırladığı plan ve projeleri, zorunlu olarak hiç değiştiremeden, hiç tartışamadan, aynen kabul ederek.” Tabii bu arada “Sayın Başbakan’ın kendi deyimi ile silahşorlarını” bol bol devreye sokarak. Onlara “sen önce açılımı bir kabul et, sonra içeriğini söyleriz” ya da “önce katılmazsanız, iki cihanda sorumlu olursunuz” dedirterek. Tam 4 ay boyunca açılımların içeriğini hiç anlatmadan, tek bir cümle bile söylemeden. İçişleri Bakanı’nı oradan oraya, tek cümle söylemeden koşturarak. Ve tabii ki söz konusu proje üzerinde tek bir kalem oynatma hakkın bile olmadığından, 4 ay boyunca tek bir yasa önerisi getirmeden, tek bir bakanlar kurulu kararı geçirmeden, bir öneri ya da tasarı bile getirmeden. Üstelik bu konuda tek bir madde, tek bir hak bile getirmeden, sadece ABD artık bir an önce orayı terk etmek istiyor diye, PKK’lıların Habur’a getirilmesi ile başlayarak. Hiç ne yaptığını, nerelere gideceğini düşünmeden. “Dünyada bu şekilde açılım yapan tek ülke var mı, İngiltere’ye, İspanya’ya, diğer ülkelere bakın bir” dememize aldırmadan. Ve iş buralara vardığında da, Sayın Hüseyin Çelik’i, her gün, her akşam, televizyonlarda gezdirerek, insanları inandırmaya(!) çalışarak. Bunun yeterli olacağını zannederek.
***
Aynı şekilde Ermeni açılımı başlattık. Sadece dost, müttefik ülkeler istiyor diye. Düvel-i Muazzama’nın denetimi ve bakışları altında protokol imzaladık. İki Bakan, birbirlerine yanlış şeyler söylerler diye hiç konuşturulmadan. Birbirlerini tebrik bile edemeden. İmzaları atıp, hemen salonu terk ederek. Üstelik “Aman Azerbaycan’ı darıltmayın” düşüncelerine karşı, “Azerbaycan nereden dostumuz oluyormuş” dedirterek. Maalesef aynen Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında olduğu gibi. İçeriğini, koşullarını tartışamadığı ve baskı ile, kendi iradesi dışında imzaladığı belgelerde olduğu biçimiyle.
Tabii bu arada Hikmet Bilâ ve dürüst, namuslu, onurlu aydınlar, gazeteciler “kendi karşı görüşlerini, eleştirilerini” aktarmaya, iletmeye çalıştılar. Tabii medya üzerindeki her tür baskı olanak tanıdığı ölçüde.
Şimdi değerli okurlar, tüm olanları izliyorsunuz. Ama bir sorunla da karşı karşıyasınız. Acaba hangisi doğru söylüyor? Karar veremiyorsunuz belki. Gerçekten de, acaba kim doğru söylüyor? Sayın Başbakan, Sayın Cumhurbaşkanı ve onları her durumda destekleyen liberal(!) aydın ve gazeteciler mi? Yoksa yukarıdaki eleştirileri iletenler mi? O nedenle bunları tek tek ele alalım. Örneğin İsviçre referandumunda ve öncesinde söylenenleri de konuşalım. Tabii bir dahaki yazıda.
***
Ama oralardan bugünlere geldik. Neden mi? Bana göre, neden maalesef çok basit. Başkalarının hatta dost ve müttefik(!) ülkelerin aklı, onların projeleri, planları ile iş bitirebileceğimizi zannettik. Turgut Özal’ın “bir koyup üç alma planı” gibi. Aynı şekilde Kürt açılımı yapabileceğimizi, onların bize empoze ettikleri şekilde kendi vatandaşlarımıza hak verebileceğimizi, daha doğrusu onları buna kandırabileceğimizi zannettik. Üstelik “yabancıların hazırladığı plan ve projeleri, zorunlu olarak hiç değiştiremeden, hiç tartışamadan, aynen kabul ederek.” Tabii bu arada “Sayın Başbakan’ın kendi deyimi ile silahşorlarını” bol bol devreye sokarak. Onlara “sen önce açılımı bir kabul et, sonra içeriğini söyleriz” ya da “önce katılmazsanız, iki cihanda sorumlu olursunuz” dedirterek. Tam 4 ay boyunca açılımların içeriğini hiç anlatmadan, tek bir cümle bile söylemeden. İçişleri Bakanı’nı oradan oraya, tek cümle söylemeden koşturarak. Ve tabii ki söz konusu proje üzerinde tek bir kalem oynatma hakkın bile olmadığından, 4 ay boyunca tek bir yasa önerisi getirmeden, tek bir bakanlar kurulu kararı geçirmeden, bir öneri ya da tasarı bile getirmeden. Üstelik bu konuda tek bir madde, tek bir hak bile getirmeden, sadece ABD artık bir an önce orayı terk etmek istiyor diye, PKK’lıların Habur’a getirilmesi ile başlayarak. Hiç ne yaptığını, nerelere gideceğini düşünmeden. “Dünyada bu şekilde açılım yapan tek ülke var mı, İngiltere’ye, İspanya’ya, diğer ülkelere bakın bir” dememize aldırmadan. Ve iş buralara vardığında da, Sayın Hüseyin Çelik’i, her gün, her akşam, televizyonlarda gezdirerek, insanları inandırmaya(!) çalışarak. Bunun yeterli olacağını zannederek.
***
Aynı şekilde Ermeni açılımı başlattık. Sadece dost, müttefik ülkeler istiyor diye. Düvel-i Muazzama’nın denetimi ve bakışları altında protokol imzaladık. İki Bakan, birbirlerine yanlış şeyler söylerler diye hiç konuşturulmadan. Birbirlerini tebrik bile edemeden. İmzaları atıp, hemen salonu terk ederek. Üstelik “Aman Azerbaycan’ı darıltmayın” düşüncelerine karşı, “Azerbaycan nereden dostumuz oluyormuş” dedirterek. Maalesef aynen Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında olduğu gibi. İçeriğini, koşullarını tartışamadığı ve baskı ile, kendi iradesi dışında imzaladığı belgelerde olduğu biçimiyle.
Tabii bu arada Hikmet Bilâ ve dürüst, namuslu, onurlu aydınlar, gazeteciler “kendi karşı görüşlerini, eleştirilerini” aktarmaya, iletmeye çalıştılar. Tabii medya üzerindeki her tür baskı olanak tanıdığı ölçüde.
Şimdi değerli okurlar, tüm olanları izliyorsunuz. Ama bir sorunla da karşı karşıyasınız. Acaba hangisi doğru söylüyor? Karar veremiyorsunuz belki. Gerçekten de, acaba kim doğru söylüyor? Sayın Başbakan, Sayın Cumhurbaşkanı ve onları her durumda destekleyen liberal(!) aydın ve gazeteciler mi? Yoksa yukarıdaki eleştirileri iletenler mi? O nedenle bunları tek tek ele alalım. Örneğin İsviçre referandumunda ve öncesinde söylenenleri de konuşalım. Tabii bir dahaki yazıda.
Süheyl BATUM- DEMİR ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 24
Yaş : 69
ŞEHİR : yazar
Meslek : yazar
Öğrenim Durumu : yazar
Aldığı Teşekkür : 10
Kayıt tarihi : 27/11/08
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz