EMPERYALİZM, LATİN AMERİKA DEVRİMLERİ VE TÜRKİYE
1 sayfadaki 1 sayfası
EMPERYALİZM, LATİN AMERİKA DEVRİMLERİ VE TÜRKİYE
Ülkemizde ve dünyada neler oluyor?
Emperyalizm güç mü yitiriyor, güç mü kazanıyor?
1917 Ekim devrimi ve 1923 Anadolu ihtilali ile başlayan “devrimler çağı” sona mı erdi?
Önümüzdeki yıllarda dünyamız “küresel bir köye” mi dönüşecek? Yani Tüm dünya tek devlet, tek bayrak, tek ülke içerisinde bütünleşecek ve “Ulus devletler” tarih mi olacak? Yoksa vatan savunması ve kurtuluş savaşı dönemleri yeniden mi başlayacak?
Kısaca, içinde yaşadığımız yüzyılda insanları nasıl bir gelecek beklemektedir? Toplumlar hangi yöne doğru ilerlemektedir?
Gerçek olan şudur ki, İnsanlık çok çileli yollardan geçerek bugünkü uygarlık düzeyine ulaştı. Nice savaşlar, acılar, ölümler, yıkımlar gördü.
İhtilaller oldu. Devrimler yapıldı. Nice krallar, hükümdarlar tacından tahtından edildi, nice hükümetler devrildi. Özgürlük, bağımsızlık, onurlu bir yaşam uğruna nice canlar verildi. Kan ve gözyaşı sel gibi aktı ve uzun bir uygarlık koşusunun ardından 21. yüzyıla gelip dayandık.
Son dönemlerde yerküremiz çok büyük ve çok hızlı değişimler yaşıyor.
Özellikle Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte ABD ve NATO’nun komünizmle mücadele görevi(!) de sona ermiş, ülkelere müdahale ve saldırı dönemi kendiliğinden kapanmıştı.
Bu nedenle emperyalizm geçmişte geçici bir süre işlevsiz kalmış, sudan çıkmış balığa dönmüştü.
Uluslar üzerindeki baskısını ve denetimini yeniden kurmak zorundaydı. Gerçekleştireceği yeni girişimlere, işgallere dünya kamuoyunu inandırabilmesi için yeni tertipler, planlar yapmalı, hayal ürünü yeni düşmanlar yaratmalıydı. Yayılmacı, sömürgeci yapısı bunu gerektiriyordu.
YENİ DÜŞMAN İSLAM DÜNYASI
Hemen eylemlere girişildi. Hedefe ulaşabilmek uğruna vahşi, acımasız bir oyun sahnelendi.
Dünya Ticaret Merkezine (İkiz Kuleler) bir saldırı düzenlendi. Binlerce cana kıyıldı. Birçok insan telef edildi. Bu tertiple yeni bir tehdit ve terör odağı oluşturuldu ve saldırı suçu terörist (!) İslam dünyasına yıkıldı.
Yeni günah keçisi belliydi artık. Yeni düşman İslam dünyasıydı.
Harekete geçilmeli, suçlular derhal cezalandırılmalıydı. Terörist liderler ve gruplar yok edilmeli, halklar zalimlerin elinden kurtarılmalı, ülkelere demokrasi, insan hakları getirilmeliydi. Bu güç görevi (!) ise ancak ABD başarabilirdi. Bu amaçla Irak, Afganistan hedef tahtasına yatırıldı ve işgal edildi.
Şimdi tek kutuplu bir dünyada meydanı boş bulan ABD dilediği gibi at koşturuyor. Teksaslı kovboy, zorbalığı ele almış, ne yasa ne hukuk ne insan hakları tanıyor. Tüm ulusların gözü önünde katliamlar yapıyor, ülkelerin zenginliklerini talan ediyor. İslam ülkelerini paspas gibi çiğniyor; AKP ise Müslüman kardeşlerinin ayaklar altında ezilmesini büyük bir keyifle izliyor ve Namık Kemal’in dizelerinde belirttiği gibi “insafsız avcı”ya yardımcı oluyor, destek veriyor.
MAZLUM MİLLETLER
Bugün dünyamız iki kampa bölünmüş durumda. Bir yanda Atatürk’ün deyişi ile “mazlum milletler” öte yanda emperyalizm. Bir yanda ezen, sömüren uluslar, öte yanda ezilen, sömürülen uluslar…
ABD emperyalizmi yeryüzü egemenliğini sürdürebilmek için ulus, ulusal sözcüklerini beyinlerden silmeye, ulus devletleri ortadan kaldırmaya odaklanmış.
Onun korkulu rüyası ise Çin, Rusya, Hindistan ve Latin Amerika ülkeleri. Çünkü bu ülkeler giderek gelişen bir güç olma yolundadır ve tarihe müdahaleye hazırlanıyorlar. Antiemperyalist duruşları ile ulus devletlerin yanında ve sömürgeciliğin karşısında yer aldıklarını her koşulda, her durumda gösteriyorlar.
Kübalı Castro’nun yaktığı devrim ateşini Venezüellalı Chavez çoban ateşine çeviriyor. Morales’ler, ABD’li sömürgecilerin karşısında Bolivar’ın ulusal kurtuluşçu geleneğini sürdürüyor. Brezilya, Arjantin, Şili, Uruguay gibi orta sol hükümetler de uyanış içerisinde.
ABD, Latin Amerika’da yeniliyor. ABD şaşkın. IMF; Dünya Bankası, Fedecamera (büyük işverenler örgütü) ve tüm tefeciler şaşkın. Latin Amerika ABD denetiminin dışına çıkıyor.
Latin Amerika artık ABD’nin arka bahçesi değil. Artık onları eskisi gibi talan edemiyorlar, diledikleri gibi at koşturamıyorlar oralarda. “Komünizmle mücadele” bahanesi ile yurtseverlere saldıramıyorlar. Yeniden kredi verip, onları soyup soğana çeviremiyorlar. Alınan borçlar ödenmiş ya da ödenmek üzere. İçlerinde IMF’ye borç verenler bile var.
Bu nedenle ABD, antiemperyalist liderleri ve yönetimleri yola getirmek amacıyla, yerli ortakları ile birlikte tertip üzerine tertip hazırlıyor. Venezüela’da, Honduras’ta görüldüğü gibi, darbeler düzenliyor. Siyasal istikrarsızlığı her yana yaymak için elinden geleni ardına koymuyor.
LATİN AMERİKA UYANIYOR
Ama boşuna çırpınışlar bunlar. Çünkü halk bütün bu oyunları bozuyor. O, ABD, IMF karşıtı partileri, yönetimleri iktidara yeniden, yeniden taşıyor. Ne emperyalistlere ne de işbirlikçilerine vatanı kaptırmaya hiç niyetleri yok… Yoksullar, ”Pabuçsuzlar” kararlı adımlarla ilerliyorlar. Devrim dalga dalga büyüyor, gelişiyor..
Bu baş kaldırma, direniş bir Latin Amerika geleneğidir. Onların tarihi işgalcilere, sömürgecilere karşı verilen kurtuluş savaşları ile doludur.
Önderleri (1783-1830 yılları arasında yaşayan) Simon Bolivar’dır. O, Tüm Latin Amerika ülkelerinde bağımsızlık mücadelesinin ateşini yakan kişidir. Ama ondan da önce direnişin bayraktarlığını yapan iki yurtsever vardır ki, bunlardan birisi Simon Rodriguez, (aynı zamanda Bolivar’ın da öğretmeni idi) ötekisi ise tüm halkın generali olarak anılan Ezequil Zamora’dır. Bu nedenle Chavez, Bolivarcılık’ı “üç köklü bir ağaç” diye tanımlar.
“Üç köklü ağaç” geçmişte, Hugo Chavez’in emperyalizme karşı verdiği savaşta ona esin kaynağı olmuş, kılavuzluk yapmıştı. “Üç köklü ağaç” bugün de tüm dallarıyla, kökleriyle dimdik ayaktadır ve Chavez’in yeni tip bir Latin Amerika sosyalizmi kurmasında yol göstericilik görevini sürdürmektedir.
Küba’nın ardından Venezüela’nın da devrimci bir yönetime kavuşması, öteki Latin Amerika ülkelerine umut ışığı oldu. Bu mücadeleyi örnek alan sol kadrolar iktidarları ele geçirdiler. Hükümetlerin nitelik değiştirip sol bir kimlik kazanması, ABD emperyalizmini temellerinden sarstı. Onun yeryüzündeki güçlü görünümünü zayıflattı ve “kâğıttan bir kaplan” olduğunu tüm uluslara kanıtladı. ABD cephesinde onarılmaz gedikler açtı.
Gedik giderek büyümektedir, büyüyecektir.
Tüm dünya Mustafa Kemal Atatürk’ün emperyalist devletleri yenilgiye uğratmasını örnek alıp, kurtuluş savaşlarını nasıl başlattıysa; Latin Amerika ve Chavez devrimleri de Asya, Afrika ve Ortadoğu’da ABD’nin varlığına son verecek bir kıvılcım olacaktır.
Peki, Chavez bugünkü konumuna nasıl gelmiştir? Hangi aşamalardan geçerek başarıya ulaşmıştır?
Türkiye’deki devrimciler, demokratlar niçin yıllardan beri bocalamakta ve Kemalist Cumhuriyetin “ılımlı İslam Cumhuriyeti”ne dönüşmesine seyirci kalmaktadırlar? Bugünkü koşullarda ülkemizde emperyalizme karşı etkili bir savaşım nasıl verilebilir?
NEOLİBERALİZM
1980’lerde ABD, tüm dünyada yeni bir akım başlatmıştı. Bu akımın adı “yeni özgürlükçülük” anlamına gelen “neoliberalizm” idi. Amerika’nın tek hedefi, Küreselleşme düşüncesini ön plana çıkarıp, ulusal bilinci yok ederek, devletleri dilediği gibi yönetmekti. Bu programı toplumlara sevdirip benimsetebilmesi için yerli işbirlikçiler bulması gerekiyordu. Bu işbirlikçiler kraldan çok kralcı olmalı, canla başla emperyalizmi savunmalıydılar. Dönek solcular bu iş için biçilmiş kaftan, eşsiz bir kaynaktı.
Özellikle Özal zamanında yeni liberalizm geniş bir uygulama alanı buldu. Birçok liboş yetiştirdi.
Liberal solcular, küreselleşmeyi sevimli gösterebilmek için evrensel kültür, özgür düşünce, serbest piyasa, sivil toplum, özelleştirme, demokrasi, insan hakları kavramlarını dillerinden hiç düşürmediler. Bol bol kullandılar. Neoliberal yoz kültürün yaygınlaşabilmesi için canla başla çalıştılar. Bu ihanet etkinlikleri ile Türkiye’yi ulusal değerlerinden ve Kemalist geçmişinden kopararak, Batı’nın yoz kültürüne teslim ettiler.
Aynı yıllarda, aynı akım Latin Amerika ülkelerinde de görüldü. Uluslar arası sermaye, neoliberalizm silahını kullanarak oralarda da yer altı ve yerüstü zenginliklerini talan etmeye başladı.
Küba devlet başkanı Fidel Castro, “Neoliberalizm, emperyalizmin dünya çapındaki hegemonyasının bugünkü ideolojisidir” diyerek bu konuya dikkat çekmişti.
Neoliberalist düşünce sistemine göre ulusal politikalar, ulusal ekonomiler artık önemini yitirmişti. Tüm dünya küreselleşmeye doğru giderken ulus devletleri savunmak, çağdışı kalmak demekti. Önemli olan ulusların bütünleşmesi, kaynaşması, “dünya devleti” çatısı altında bir araya gelmesiydi. Doğru seçenek buydu.
Onun için uluslar artık küreselleşme yasalarına uymalı, emperyalizm korkusu ve düşmanlığını yenmeliydi. Çünkü Yeni Dünya Düzeninde emperyalist devletlerin yerini dost ülkeler(!) ve stratejik ortaklıklar almıştı.
BÖL, YÖNET
Bu konuda Chavez şunları vurgular:
“Biz Venezüellalılar için emperyalizm konusunu tartışmak büyük önem taşır, çünkü bu kavram konuşmalardan, tartışmalardan silinmişti. 500 yıldır dünya üzerinde varlığını sürdüren çirkin ve kokuşmuş emperyalizm, yüzüne makyaj yaparak, gülücükler dağıtıyordu. Onun dişleri görülmüyordu, onun pençeleri görülmüyordu, onun uzun gölgesi görülmüyordu…”
Ülkemizde de dinciler, bölücüler, liboşlar vatanı parçalama, satma konusunda öyle kenetlenmişler, öyle bir dayanışma ve bütünleşme içerisine girmişler ki ”emperyalizmin ne keskin dişlerini ne de yırtıcı pençelerini” gösteriyorlar. Onları iç ve dış sömürü perdesinin arkasına gizlemeye çalışıyorlar. Ona sevimli bir görünüm verebilmek için tüm yeteneklerini sergiliyorlar.
AKP iktidarının çabaları ile günümüzde emperyalizm iyilik, güzellik, demokrasi perisine dönüştü… Yeni bir görünüm kazandı. Kuzu oldu. Kuzucuk oldu…
Şimdi bu sevimli kuzucuk neyi emrederse AKP onu yapıyor. Kürt açılımı derse Kürt açılımı, Ermeni açılımı derse Ermeni açılımı… Hemen kollar sıvanıyor. Girişimler başlıyor. İnsan hakları, demokrasi (!) adına gerçekleştiriliyor bütün bunlar. Ama geniş halk yığınlarının sorunları gündeme gelince insan hakları, kardeşlik, demokrasi, dayanışma geçerliliğini yitiriyor. Unutuluyor. O zaman ne ABD ne AB ortalarda görünüyor. Yoksulların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için bu insan hakları savunucuları(!) tek söz söylemiyor, tek uyarı yapmıyorlar.
Çünkü bu öyle bir acımasız bir yapılanma ve yayılmadır ki, içerisinde ne insan ne insan sevgisi ne de insan hakları vardır. İşte Afganistan ve Irak 'ın durumu, işte Filistin... Milyonlarca insan mermiler, bombalar altında; açlık, yoksulluk, hastalık bataklığında can verirken, binlerce masum çocuk hiç nedensiz katledilirken, bu kahredici manzara karşısında Yeni Dünya Düzeni sağır, dilsiz ve kör; kılını bile kıpırdatmıyor. Batı dünyası sadece etnik konularda sesini yükseltiyor. (o da bir ülkeyi bölme, parçalama, güçsüz düşürme amacıyla..) Böylece kendisini, insanlığa karşı yükümlülüklerini yerine getirmiş, insan haklarını (!) korumuş sayıyor.
Peki, hani nerde barınma, beslenme, sağlık ve eğitim hakları? Hani nerde insanca yaşama koşulları? Batı bu alanda hangi ülkenin yöneticilerini uyarmış, hangi ülkeyi desteklemiş, hangi ülkenin elinden tutmuş? Bir tek örnek var mıdır?
Onların sömürü düzeninde demokrasi, kardeşlik, eşitlik sadece bir ülkedeki azınlıkları ön plana çıkarmak için kullanılır. Sadece Kürtler, Ermeniler, mezhepler, dinler, tarikatlar, aşiretler için gündeme getirilir.
Bir zamanlar Usame Bin Ladin’i besleyen, destekleyen, çeşitli uluslar arası olaylarda kullananlar, şimdi onu dünyanın en tehlikeli, başı ezilecek teröristi olarak aramaktadırlar..
ABD’nin sözünü ettiği uluslar, devletler sadece etnik gruplar, ırklardır.
O hiçbir zaman bir ülkenin geniş halk yığınlarından yana olmamıştır. O hiçbir zaman bir ulusun tüm bireylerini kucaklayan politikalar üretmemiş, dostluk ilişkileri geliştirmemiştir. Hiçbir ülkede insanların birlik beraberlik içerisinde kardeşçe yaşam sürmelerini istememiştir. Böyle bir görünüm, bütünleşme onu rahatsız eder. İşine gelmez. O ancak, “böl, yönet” taktiği ile ülkelere egemen olabilir. ”Böl, yönet” taktiği ile varlığını sürdürebilir. Başka bir yolu yoktur…
NE YAPMALI
Şimdi, biraz önce sorduğumuz soruyu yeniden yineleyelim:
Türkiye’deki devrimciler, demokratlar niçin yıllardan beri bocalamakta ve Kemalist Cumhuriyetin “ılımlı İslam Cumhuriyeti”ne dönüşmesine seyirci kalmaktadırlar?
Günümüzde emperyalizme karşı etkili bir savaşım nasıl verilmelidir? Ne yapmak gerekir?
Şu, bilinen bir gerçektir ki, Mustafa Kemal Atatürk örneğinde görüldüğü gibi her ülkede devrim kendi yolunda, kendi çizgisinde ilerler. Çünkü her ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel yapısı farklıdır… Her ülkede devrim objektif koşullara bağlı olarak, gerçeklere uyacak şekilde yönlendirilir. Hiçbir ülke için önceden hazırlanmış kurtuluş reçeteleri, şablonlar bulunmamaktadır.
Ama Küba, Venezüella, Bolivya, Vietnam gibi başarıya ulaşmış ülkelerin deneyimlerinden yararlanmak da yurtsever kadroların doğru kararlar alıp, doğru uygulamalar yapabilmesi için gereklidir.
Bu açıdan bakınca Latin Amerika devrimleri, emperyalizme karşı savaşım verenler için zengin bir kaynak oluşturmaktadır. Hele bir de ülkelerimiz arasındaki yakın benzerlikler göz önüne alınırsa bu deneyimlerin ve pratiğin değeri bir kat daha artar.
Örneğin neoliberaller, işbirlikçiler, kaşarlanmış vatan satıcıları, sarı sendikacılar Latin Amerika’da da vardı. Toprak ağaları orada da köylünün kanını, iliğini sömürmekteydi. Orada da yandaş basın kitleleri uyutmak, boş işlerle beyinlerini yıkamak için tüm gücüyle çalışıyordu?
Peki, bizdeki koşulların bir benzerini yaşayan Chavez’ler, Morales’ler, Lula’lar nasıl başarmışlardı? Neydi yöntemleri?
CHAVEZ HER ZAMAN TAM BAĞIMSIZLIĞI SAVUNDU
Önce şunu belirleyelim, Chavez her zaman ve her koşulda antiemperyalist bir çizgi izledi. Yaşamını ezilen ulusların ve halkların davasına adadı. Bağımsızlık bayrağını hep yükseklerde tuttu.
Geçmişin devrimci birikimlerinden ve deneyimlerinden yararlandı. Hepsinden önemlisi yozlaşma ve neoliberal düşüncelerle her zaman mücadele etti. . Başıbozukluğa, serüvenciliğe, bireysel davranışlara asla izin vermedi.
Başarısızlığı hiç aklına getirmedi. Halka güvendi. Başından beri kitlelerle birlikte hareket etti. Onları örgütledi. Disiplinli bir mücadele yürüttü.
Halkla bütünleşti. Birleştirici oldu. Temelleri olan, sağlam bir bütünleşmeydi bu.
Örneğin,11 Nisan 2002’de ABD, kilise, bazı yüksek rütbeli subaylar ve gerici bürokrasi Chavez’e karşı bir darbe düzenlemiş, onu iktidardan uzaklaştırmıştı. Ama halk Öyle bir dayanışma, bilinçlenme içerisine girmişti ki olaydan birkaç gün sonra sokaklara dökülmüş, darbeye izin vermemişti.
Karşı devrimciler ve emperyalizm bir “Şili örneği”ni Venezülla’da da uygulamak istemişler ama karşılarında emekçileri ve yoksul halkı bulmuşlardı.
Ülkemize gelince, Türkiye’de gereğinden çok parti, başkan, başkan yardımcısı, sekreter, sayman var.
41,5 parti, 41,5 başkan, 41,5 başkan yardımcısı, 41,5 sekreter, 41,5 sayman…
Kırk bir buçuk kere maşallah!
Vatan elden gidiyor, parçalanıyor, ihanet çeteleri dağdan inip, ülkeyi teslim alıyor, biz kırk bir buçuk parçaya bölünmüşüz.
Her kafadan, her partiden ayrı bir ses çıkıyor. Herkes “en iyi ben bilirim, en iyi ben yaparım en doğru ben düşünürüm…” havasına girmiş. Kimse kimseyi beğenmiyor. Şarkıda belirtildiği gibi, “Sen neymişsin be abi…” diyesi geliyor insanın.
Yunus Emre bir tarihte Mevlana ile buluşmuş. Onun ciltler dolusu eserlerini görünce, “Bu kadar yazmaya ne gerek vardı üstadım, ‘ete kemiğe büründüm, yunus diye göründüm’ deseydin yeterdi” demiş.
Şimdi biz de diyoruz ki “Sorunlara bu kadar ayrıntılı, bu kadar farklı pencerelerden bakmaya ne gerek var? ABD, AB destekçisi olmayan yurtseverler antiemperyalist cephede bir araya gelip, kenetlensinler, yeter. Sorun çözümlenir.”
Her şeyin haraç mezat satıldığı, Sevr haritalarının havada uçuştuğu, yurtsever insanlarımızın dört duvar arasında tutsak alındığı, siyasal İslam’ın 10 Kasım’ları, Kemalist Cumhuriyeti yok etmeye çalıştığı bir ortamda ayrıntılara dalmaya, “meleklerin cinsiyetini” tartışmaya hakkımız ve vaktimiz var mı? Sen ben çekişmeleri ile zaman öldürebilir miyiz? Bu kadar çok parçalanma, bölünme lüksümüz olabilir mi?
Atatürk bugünkü ortamda yaşasaydı, böyle mi davranırdı? Zamanı gereksiz tartışmalarla boşa mı harcardı? Yoksa en geniş cephede birleşip, bütünleşerek, eyleme mi geçerdi?
Bu konuda Attila İlhan şunları söylüyor:
"En büyük kötülük şu; Batı son 50 sene içinde Türkiye'de küçük küçük siyasi guruplar ya¬ratarak bizi birbirimize düşürdü. Hâlbuki her şeyden önce bunların birleşmesi lazım ki vatan dokusu oluşsun. Gazi'nin Ankara'da oluşunu bir düşünün. Gazi'nin bir tarafında Ziya GÖKALP vardı. Bir tarafında Yusuf AKÇORA, arkasında Mehmet Akif vardı ve Mustafa Suphi'yi de çağırmıştı. İslamcı, Türkçü, Kemalist ve Komünist hepsi bera¬ber olmasaydı bu savaşı kazanamazdı. Şim¬di de aynı espri içine girmemiz lazım.”
ŞİMDİ BİRLEŞME, BÜTÜNLEŞME ZAMANIDIR
Artık mevki düşkünlüğünü, koltuk sevdasını bir yana bırakmalıyız. Vatanın kurtuluşu yolunda gerektiğinde bir sıra neferi gibi savaşmasını da bilmeliyiz. Özverili davranmalıyız. “Küçük olsun, benim olsun” anlayışını kesinlikle terk etmeliyiz.
Başkanlık kimseye gökten zembille inmemiştir.. Ne Atatürk, ne Lenin, ne Castro ne de Chavez “ben anamdan lider doğdum, lider olarak öleceğim, mutlaka ben yöneteceğim…” diyerek başka örgütleri görmezlikten gelmemiştir.
Örgütler ve öncü kişiler ancak mücadele içerisinde gelişip güçlenirler, deneyim kazanırlar. Teori ve pratiğin o şaşmaz mihenk taşında çözüm üretenler, başarıya ulaşanlar yani kısaca hak edenler lider olur, etmeyenler çekip gider.
Öyleyse ABD’yi, AB’yi emperyalist devlet olarak kabul eden, tam bağımsızlığı savunan, emperyalizmle hiçbir alanda uzlaşmayan partiler, gruplar, bireyler farklılıkları, ayrıntıları sonradan tartışmak üzere bir kenara bırakıp, güç birliği temelinde bir araya gelmelidirler. Kökleri olan, tarihimizin kurtuluşçu, aydınlanmacı geçmişine ve önderlerine sahip çıkan örgütler birlik beraberlik içerisinde birleşip bütünleşmelidirler.
Elbette ABD, AB şakşakçılığı yapıp, “Ermenilerden özür diliyorum” diyenlerin, “bir kadın memesine vatan satan” vatansızların bu birleşmede yeri yoktur. Onlar Kurtuluş Savaşındaki mandacılar gibi emperyalizmle ittifak içerisinde devrimcileri arkadan vurmaya çalışmaktadırlar.
Onlar emperyalizmin solcularıdırlar.
Oysa bugünkü gündem vatan savunmasıdır, bağımsızlık mücadelesidir.
Ülkemiz, parçalanmanın eşiğine gelmiştir. Cemaatler, etnik gruplar ve emperyalizm pusuda beklemekte, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete son darbeyi vurmaya hazırlanmaktadırlar.
Yurdumuzda ve dünyada bağımsızlık ve kurtuluş savaşları dönemi bu nedenle yeniden başlamıştır.
Bu açıdan Latin Amerika’daki devrimler iyi bir örnektir ve yurtseverlerin önünü açmıştır.
Chavez bu konuda şunları söylemektedir.
“Amerikan imparatorluğu tarihin gördüğü en vahşi imparatorluktur. ABD’nin faşist saldırganlığının hiçbir sınırı yoktur…”
“Latin Amerika artık uyandı. Latin Amerika tarihin en büyük saldırısına hazırlanıyor. ABD ise Latin Amerika halklarının düşmanıdır. Bu topraklarda özgürlükten yana her programın düşmanıdır. ABD umudun düşmanıdır…”
Chavez sırtını “Üç Köklü Ağaç”a, yani Simon Bolivar, Simon Rodriguez, Ezequil Zamora’ya yasladı. Onları temel aldı ve başarıya ulaştı. Onların yarım kalan işlerini tamamladı, tamamlamaya devam ediyor.
Bizler de Atatürk’ü temel alarak, onun başlattığı işleri tamamlamak üzere yolumuza devam etmeliyiz.
Emperyalizm yurdumuzdan kovuluncaya dek, karanlıklar aydınlığa dönüşünceye dek tam bağımsızlık savaşını kararlılıkla sürdürmeliyiz.
(Müdafaa-i Hukuk Dergisi)
(ali-eralp@hotmail.com)
Emperyalizm güç mü yitiriyor, güç mü kazanıyor?
1917 Ekim devrimi ve 1923 Anadolu ihtilali ile başlayan “devrimler çağı” sona mı erdi?
Önümüzdeki yıllarda dünyamız “küresel bir köye” mi dönüşecek? Yani Tüm dünya tek devlet, tek bayrak, tek ülke içerisinde bütünleşecek ve “Ulus devletler” tarih mi olacak? Yoksa vatan savunması ve kurtuluş savaşı dönemleri yeniden mi başlayacak?
Kısaca, içinde yaşadığımız yüzyılda insanları nasıl bir gelecek beklemektedir? Toplumlar hangi yöne doğru ilerlemektedir?
Gerçek olan şudur ki, İnsanlık çok çileli yollardan geçerek bugünkü uygarlık düzeyine ulaştı. Nice savaşlar, acılar, ölümler, yıkımlar gördü.
İhtilaller oldu. Devrimler yapıldı. Nice krallar, hükümdarlar tacından tahtından edildi, nice hükümetler devrildi. Özgürlük, bağımsızlık, onurlu bir yaşam uğruna nice canlar verildi. Kan ve gözyaşı sel gibi aktı ve uzun bir uygarlık koşusunun ardından 21. yüzyıla gelip dayandık.
Son dönemlerde yerküremiz çok büyük ve çok hızlı değişimler yaşıyor.
Özellikle Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte ABD ve NATO’nun komünizmle mücadele görevi(!) de sona ermiş, ülkelere müdahale ve saldırı dönemi kendiliğinden kapanmıştı.
Bu nedenle emperyalizm geçmişte geçici bir süre işlevsiz kalmış, sudan çıkmış balığa dönmüştü.
Uluslar üzerindeki baskısını ve denetimini yeniden kurmak zorundaydı. Gerçekleştireceği yeni girişimlere, işgallere dünya kamuoyunu inandırabilmesi için yeni tertipler, planlar yapmalı, hayal ürünü yeni düşmanlar yaratmalıydı. Yayılmacı, sömürgeci yapısı bunu gerektiriyordu.
YENİ DÜŞMAN İSLAM DÜNYASI
Hemen eylemlere girişildi. Hedefe ulaşabilmek uğruna vahşi, acımasız bir oyun sahnelendi.
Dünya Ticaret Merkezine (İkiz Kuleler) bir saldırı düzenlendi. Binlerce cana kıyıldı. Birçok insan telef edildi. Bu tertiple yeni bir tehdit ve terör odağı oluşturuldu ve saldırı suçu terörist (!) İslam dünyasına yıkıldı.
Yeni günah keçisi belliydi artık. Yeni düşman İslam dünyasıydı.
Harekete geçilmeli, suçlular derhal cezalandırılmalıydı. Terörist liderler ve gruplar yok edilmeli, halklar zalimlerin elinden kurtarılmalı, ülkelere demokrasi, insan hakları getirilmeliydi. Bu güç görevi (!) ise ancak ABD başarabilirdi. Bu amaçla Irak, Afganistan hedef tahtasına yatırıldı ve işgal edildi.
Şimdi tek kutuplu bir dünyada meydanı boş bulan ABD dilediği gibi at koşturuyor. Teksaslı kovboy, zorbalığı ele almış, ne yasa ne hukuk ne insan hakları tanıyor. Tüm ulusların gözü önünde katliamlar yapıyor, ülkelerin zenginliklerini talan ediyor. İslam ülkelerini paspas gibi çiğniyor; AKP ise Müslüman kardeşlerinin ayaklar altında ezilmesini büyük bir keyifle izliyor ve Namık Kemal’in dizelerinde belirttiği gibi “insafsız avcı”ya yardımcı oluyor, destek veriyor.
MAZLUM MİLLETLER
Bugün dünyamız iki kampa bölünmüş durumda. Bir yanda Atatürk’ün deyişi ile “mazlum milletler” öte yanda emperyalizm. Bir yanda ezen, sömüren uluslar, öte yanda ezilen, sömürülen uluslar…
ABD emperyalizmi yeryüzü egemenliğini sürdürebilmek için ulus, ulusal sözcüklerini beyinlerden silmeye, ulus devletleri ortadan kaldırmaya odaklanmış.
Onun korkulu rüyası ise Çin, Rusya, Hindistan ve Latin Amerika ülkeleri. Çünkü bu ülkeler giderek gelişen bir güç olma yolundadır ve tarihe müdahaleye hazırlanıyorlar. Antiemperyalist duruşları ile ulus devletlerin yanında ve sömürgeciliğin karşısında yer aldıklarını her koşulda, her durumda gösteriyorlar.
Kübalı Castro’nun yaktığı devrim ateşini Venezüellalı Chavez çoban ateşine çeviriyor. Morales’ler, ABD’li sömürgecilerin karşısında Bolivar’ın ulusal kurtuluşçu geleneğini sürdürüyor. Brezilya, Arjantin, Şili, Uruguay gibi orta sol hükümetler de uyanış içerisinde.
ABD, Latin Amerika’da yeniliyor. ABD şaşkın. IMF; Dünya Bankası, Fedecamera (büyük işverenler örgütü) ve tüm tefeciler şaşkın. Latin Amerika ABD denetiminin dışına çıkıyor.
Latin Amerika artık ABD’nin arka bahçesi değil. Artık onları eskisi gibi talan edemiyorlar, diledikleri gibi at koşturamıyorlar oralarda. “Komünizmle mücadele” bahanesi ile yurtseverlere saldıramıyorlar. Yeniden kredi verip, onları soyup soğana çeviremiyorlar. Alınan borçlar ödenmiş ya da ödenmek üzere. İçlerinde IMF’ye borç verenler bile var.
Bu nedenle ABD, antiemperyalist liderleri ve yönetimleri yola getirmek amacıyla, yerli ortakları ile birlikte tertip üzerine tertip hazırlıyor. Venezüela’da, Honduras’ta görüldüğü gibi, darbeler düzenliyor. Siyasal istikrarsızlığı her yana yaymak için elinden geleni ardına koymuyor.
LATİN AMERİKA UYANIYOR
Ama boşuna çırpınışlar bunlar. Çünkü halk bütün bu oyunları bozuyor. O, ABD, IMF karşıtı partileri, yönetimleri iktidara yeniden, yeniden taşıyor. Ne emperyalistlere ne de işbirlikçilerine vatanı kaptırmaya hiç niyetleri yok… Yoksullar, ”Pabuçsuzlar” kararlı adımlarla ilerliyorlar. Devrim dalga dalga büyüyor, gelişiyor..
Bu baş kaldırma, direniş bir Latin Amerika geleneğidir. Onların tarihi işgalcilere, sömürgecilere karşı verilen kurtuluş savaşları ile doludur.
Önderleri (1783-1830 yılları arasında yaşayan) Simon Bolivar’dır. O, Tüm Latin Amerika ülkelerinde bağımsızlık mücadelesinin ateşini yakan kişidir. Ama ondan da önce direnişin bayraktarlığını yapan iki yurtsever vardır ki, bunlardan birisi Simon Rodriguez, (aynı zamanda Bolivar’ın da öğretmeni idi) ötekisi ise tüm halkın generali olarak anılan Ezequil Zamora’dır. Bu nedenle Chavez, Bolivarcılık’ı “üç köklü bir ağaç” diye tanımlar.
“Üç köklü ağaç” geçmişte, Hugo Chavez’in emperyalizme karşı verdiği savaşta ona esin kaynağı olmuş, kılavuzluk yapmıştı. “Üç köklü ağaç” bugün de tüm dallarıyla, kökleriyle dimdik ayaktadır ve Chavez’in yeni tip bir Latin Amerika sosyalizmi kurmasında yol göstericilik görevini sürdürmektedir.
Küba’nın ardından Venezüela’nın da devrimci bir yönetime kavuşması, öteki Latin Amerika ülkelerine umut ışığı oldu. Bu mücadeleyi örnek alan sol kadrolar iktidarları ele geçirdiler. Hükümetlerin nitelik değiştirip sol bir kimlik kazanması, ABD emperyalizmini temellerinden sarstı. Onun yeryüzündeki güçlü görünümünü zayıflattı ve “kâğıttan bir kaplan” olduğunu tüm uluslara kanıtladı. ABD cephesinde onarılmaz gedikler açtı.
Gedik giderek büyümektedir, büyüyecektir.
Tüm dünya Mustafa Kemal Atatürk’ün emperyalist devletleri yenilgiye uğratmasını örnek alıp, kurtuluş savaşlarını nasıl başlattıysa; Latin Amerika ve Chavez devrimleri de Asya, Afrika ve Ortadoğu’da ABD’nin varlığına son verecek bir kıvılcım olacaktır.
Peki, Chavez bugünkü konumuna nasıl gelmiştir? Hangi aşamalardan geçerek başarıya ulaşmıştır?
Türkiye’deki devrimciler, demokratlar niçin yıllardan beri bocalamakta ve Kemalist Cumhuriyetin “ılımlı İslam Cumhuriyeti”ne dönüşmesine seyirci kalmaktadırlar? Bugünkü koşullarda ülkemizde emperyalizme karşı etkili bir savaşım nasıl verilebilir?
NEOLİBERALİZM
1980’lerde ABD, tüm dünyada yeni bir akım başlatmıştı. Bu akımın adı “yeni özgürlükçülük” anlamına gelen “neoliberalizm” idi. Amerika’nın tek hedefi, Küreselleşme düşüncesini ön plana çıkarıp, ulusal bilinci yok ederek, devletleri dilediği gibi yönetmekti. Bu programı toplumlara sevdirip benimsetebilmesi için yerli işbirlikçiler bulması gerekiyordu. Bu işbirlikçiler kraldan çok kralcı olmalı, canla başla emperyalizmi savunmalıydılar. Dönek solcular bu iş için biçilmiş kaftan, eşsiz bir kaynaktı.
Özellikle Özal zamanında yeni liberalizm geniş bir uygulama alanı buldu. Birçok liboş yetiştirdi.
Liberal solcular, küreselleşmeyi sevimli gösterebilmek için evrensel kültür, özgür düşünce, serbest piyasa, sivil toplum, özelleştirme, demokrasi, insan hakları kavramlarını dillerinden hiç düşürmediler. Bol bol kullandılar. Neoliberal yoz kültürün yaygınlaşabilmesi için canla başla çalıştılar. Bu ihanet etkinlikleri ile Türkiye’yi ulusal değerlerinden ve Kemalist geçmişinden kopararak, Batı’nın yoz kültürüne teslim ettiler.
Aynı yıllarda, aynı akım Latin Amerika ülkelerinde de görüldü. Uluslar arası sermaye, neoliberalizm silahını kullanarak oralarda da yer altı ve yerüstü zenginliklerini talan etmeye başladı.
Küba devlet başkanı Fidel Castro, “Neoliberalizm, emperyalizmin dünya çapındaki hegemonyasının bugünkü ideolojisidir” diyerek bu konuya dikkat çekmişti.
Neoliberalist düşünce sistemine göre ulusal politikalar, ulusal ekonomiler artık önemini yitirmişti. Tüm dünya küreselleşmeye doğru giderken ulus devletleri savunmak, çağdışı kalmak demekti. Önemli olan ulusların bütünleşmesi, kaynaşması, “dünya devleti” çatısı altında bir araya gelmesiydi. Doğru seçenek buydu.
Onun için uluslar artık küreselleşme yasalarına uymalı, emperyalizm korkusu ve düşmanlığını yenmeliydi. Çünkü Yeni Dünya Düzeninde emperyalist devletlerin yerini dost ülkeler(!) ve stratejik ortaklıklar almıştı.
BÖL, YÖNET
Bu konuda Chavez şunları vurgular:
“Biz Venezüellalılar için emperyalizm konusunu tartışmak büyük önem taşır, çünkü bu kavram konuşmalardan, tartışmalardan silinmişti. 500 yıldır dünya üzerinde varlığını sürdüren çirkin ve kokuşmuş emperyalizm, yüzüne makyaj yaparak, gülücükler dağıtıyordu. Onun dişleri görülmüyordu, onun pençeleri görülmüyordu, onun uzun gölgesi görülmüyordu…”
Ülkemizde de dinciler, bölücüler, liboşlar vatanı parçalama, satma konusunda öyle kenetlenmişler, öyle bir dayanışma ve bütünleşme içerisine girmişler ki ”emperyalizmin ne keskin dişlerini ne de yırtıcı pençelerini” gösteriyorlar. Onları iç ve dış sömürü perdesinin arkasına gizlemeye çalışıyorlar. Ona sevimli bir görünüm verebilmek için tüm yeteneklerini sergiliyorlar.
AKP iktidarının çabaları ile günümüzde emperyalizm iyilik, güzellik, demokrasi perisine dönüştü… Yeni bir görünüm kazandı. Kuzu oldu. Kuzucuk oldu…
Şimdi bu sevimli kuzucuk neyi emrederse AKP onu yapıyor. Kürt açılımı derse Kürt açılımı, Ermeni açılımı derse Ermeni açılımı… Hemen kollar sıvanıyor. Girişimler başlıyor. İnsan hakları, demokrasi (!) adına gerçekleştiriliyor bütün bunlar. Ama geniş halk yığınlarının sorunları gündeme gelince insan hakları, kardeşlik, demokrasi, dayanışma geçerliliğini yitiriyor. Unutuluyor. O zaman ne ABD ne AB ortalarda görünüyor. Yoksulların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için bu insan hakları savunucuları(!) tek söz söylemiyor, tek uyarı yapmıyorlar.
Çünkü bu öyle bir acımasız bir yapılanma ve yayılmadır ki, içerisinde ne insan ne insan sevgisi ne de insan hakları vardır. İşte Afganistan ve Irak 'ın durumu, işte Filistin... Milyonlarca insan mermiler, bombalar altında; açlık, yoksulluk, hastalık bataklığında can verirken, binlerce masum çocuk hiç nedensiz katledilirken, bu kahredici manzara karşısında Yeni Dünya Düzeni sağır, dilsiz ve kör; kılını bile kıpırdatmıyor. Batı dünyası sadece etnik konularda sesini yükseltiyor. (o da bir ülkeyi bölme, parçalama, güçsüz düşürme amacıyla..) Böylece kendisini, insanlığa karşı yükümlülüklerini yerine getirmiş, insan haklarını (!) korumuş sayıyor.
Peki, hani nerde barınma, beslenme, sağlık ve eğitim hakları? Hani nerde insanca yaşama koşulları? Batı bu alanda hangi ülkenin yöneticilerini uyarmış, hangi ülkeyi desteklemiş, hangi ülkenin elinden tutmuş? Bir tek örnek var mıdır?
Onların sömürü düzeninde demokrasi, kardeşlik, eşitlik sadece bir ülkedeki azınlıkları ön plana çıkarmak için kullanılır. Sadece Kürtler, Ermeniler, mezhepler, dinler, tarikatlar, aşiretler için gündeme getirilir.
Bir zamanlar Usame Bin Ladin’i besleyen, destekleyen, çeşitli uluslar arası olaylarda kullananlar, şimdi onu dünyanın en tehlikeli, başı ezilecek teröristi olarak aramaktadırlar..
ABD’nin sözünü ettiği uluslar, devletler sadece etnik gruplar, ırklardır.
O hiçbir zaman bir ülkenin geniş halk yığınlarından yana olmamıştır. O hiçbir zaman bir ulusun tüm bireylerini kucaklayan politikalar üretmemiş, dostluk ilişkileri geliştirmemiştir. Hiçbir ülkede insanların birlik beraberlik içerisinde kardeşçe yaşam sürmelerini istememiştir. Böyle bir görünüm, bütünleşme onu rahatsız eder. İşine gelmez. O ancak, “böl, yönet” taktiği ile ülkelere egemen olabilir. ”Böl, yönet” taktiği ile varlığını sürdürebilir. Başka bir yolu yoktur…
NE YAPMALI
Şimdi, biraz önce sorduğumuz soruyu yeniden yineleyelim:
Türkiye’deki devrimciler, demokratlar niçin yıllardan beri bocalamakta ve Kemalist Cumhuriyetin “ılımlı İslam Cumhuriyeti”ne dönüşmesine seyirci kalmaktadırlar?
Günümüzde emperyalizme karşı etkili bir savaşım nasıl verilmelidir? Ne yapmak gerekir?
Şu, bilinen bir gerçektir ki, Mustafa Kemal Atatürk örneğinde görüldüğü gibi her ülkede devrim kendi yolunda, kendi çizgisinde ilerler. Çünkü her ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel yapısı farklıdır… Her ülkede devrim objektif koşullara bağlı olarak, gerçeklere uyacak şekilde yönlendirilir. Hiçbir ülke için önceden hazırlanmış kurtuluş reçeteleri, şablonlar bulunmamaktadır.
Ama Küba, Venezüella, Bolivya, Vietnam gibi başarıya ulaşmış ülkelerin deneyimlerinden yararlanmak da yurtsever kadroların doğru kararlar alıp, doğru uygulamalar yapabilmesi için gereklidir.
Bu açıdan bakınca Latin Amerika devrimleri, emperyalizme karşı savaşım verenler için zengin bir kaynak oluşturmaktadır. Hele bir de ülkelerimiz arasındaki yakın benzerlikler göz önüne alınırsa bu deneyimlerin ve pratiğin değeri bir kat daha artar.
Örneğin neoliberaller, işbirlikçiler, kaşarlanmış vatan satıcıları, sarı sendikacılar Latin Amerika’da da vardı. Toprak ağaları orada da köylünün kanını, iliğini sömürmekteydi. Orada da yandaş basın kitleleri uyutmak, boş işlerle beyinlerini yıkamak için tüm gücüyle çalışıyordu?
Peki, bizdeki koşulların bir benzerini yaşayan Chavez’ler, Morales’ler, Lula’lar nasıl başarmışlardı? Neydi yöntemleri?
CHAVEZ HER ZAMAN TAM BAĞIMSIZLIĞI SAVUNDU
Önce şunu belirleyelim, Chavez her zaman ve her koşulda antiemperyalist bir çizgi izledi. Yaşamını ezilen ulusların ve halkların davasına adadı. Bağımsızlık bayrağını hep yükseklerde tuttu.
Geçmişin devrimci birikimlerinden ve deneyimlerinden yararlandı. Hepsinden önemlisi yozlaşma ve neoliberal düşüncelerle her zaman mücadele etti. . Başıbozukluğa, serüvenciliğe, bireysel davranışlara asla izin vermedi.
Başarısızlığı hiç aklına getirmedi. Halka güvendi. Başından beri kitlelerle birlikte hareket etti. Onları örgütledi. Disiplinli bir mücadele yürüttü.
Halkla bütünleşti. Birleştirici oldu. Temelleri olan, sağlam bir bütünleşmeydi bu.
Örneğin,11 Nisan 2002’de ABD, kilise, bazı yüksek rütbeli subaylar ve gerici bürokrasi Chavez’e karşı bir darbe düzenlemiş, onu iktidardan uzaklaştırmıştı. Ama halk Öyle bir dayanışma, bilinçlenme içerisine girmişti ki olaydan birkaç gün sonra sokaklara dökülmüş, darbeye izin vermemişti.
Karşı devrimciler ve emperyalizm bir “Şili örneği”ni Venezülla’da da uygulamak istemişler ama karşılarında emekçileri ve yoksul halkı bulmuşlardı.
Ülkemize gelince, Türkiye’de gereğinden çok parti, başkan, başkan yardımcısı, sekreter, sayman var.
41,5 parti, 41,5 başkan, 41,5 başkan yardımcısı, 41,5 sekreter, 41,5 sayman…
Kırk bir buçuk kere maşallah!
Vatan elden gidiyor, parçalanıyor, ihanet çeteleri dağdan inip, ülkeyi teslim alıyor, biz kırk bir buçuk parçaya bölünmüşüz.
Her kafadan, her partiden ayrı bir ses çıkıyor. Herkes “en iyi ben bilirim, en iyi ben yaparım en doğru ben düşünürüm…” havasına girmiş. Kimse kimseyi beğenmiyor. Şarkıda belirtildiği gibi, “Sen neymişsin be abi…” diyesi geliyor insanın.
Yunus Emre bir tarihte Mevlana ile buluşmuş. Onun ciltler dolusu eserlerini görünce, “Bu kadar yazmaya ne gerek vardı üstadım, ‘ete kemiğe büründüm, yunus diye göründüm’ deseydin yeterdi” demiş.
Şimdi biz de diyoruz ki “Sorunlara bu kadar ayrıntılı, bu kadar farklı pencerelerden bakmaya ne gerek var? ABD, AB destekçisi olmayan yurtseverler antiemperyalist cephede bir araya gelip, kenetlensinler, yeter. Sorun çözümlenir.”
Her şeyin haraç mezat satıldığı, Sevr haritalarının havada uçuştuğu, yurtsever insanlarımızın dört duvar arasında tutsak alındığı, siyasal İslam’ın 10 Kasım’ları, Kemalist Cumhuriyeti yok etmeye çalıştığı bir ortamda ayrıntılara dalmaya, “meleklerin cinsiyetini” tartışmaya hakkımız ve vaktimiz var mı? Sen ben çekişmeleri ile zaman öldürebilir miyiz? Bu kadar çok parçalanma, bölünme lüksümüz olabilir mi?
Atatürk bugünkü ortamda yaşasaydı, böyle mi davranırdı? Zamanı gereksiz tartışmalarla boşa mı harcardı? Yoksa en geniş cephede birleşip, bütünleşerek, eyleme mi geçerdi?
Bu konuda Attila İlhan şunları söylüyor:
"En büyük kötülük şu; Batı son 50 sene içinde Türkiye'de küçük küçük siyasi guruplar ya¬ratarak bizi birbirimize düşürdü. Hâlbuki her şeyden önce bunların birleşmesi lazım ki vatan dokusu oluşsun. Gazi'nin Ankara'da oluşunu bir düşünün. Gazi'nin bir tarafında Ziya GÖKALP vardı. Bir tarafında Yusuf AKÇORA, arkasında Mehmet Akif vardı ve Mustafa Suphi'yi de çağırmıştı. İslamcı, Türkçü, Kemalist ve Komünist hepsi bera¬ber olmasaydı bu savaşı kazanamazdı. Şim¬di de aynı espri içine girmemiz lazım.”
ŞİMDİ BİRLEŞME, BÜTÜNLEŞME ZAMANIDIR
Artık mevki düşkünlüğünü, koltuk sevdasını bir yana bırakmalıyız. Vatanın kurtuluşu yolunda gerektiğinde bir sıra neferi gibi savaşmasını da bilmeliyiz. Özverili davranmalıyız. “Küçük olsun, benim olsun” anlayışını kesinlikle terk etmeliyiz.
Başkanlık kimseye gökten zembille inmemiştir.. Ne Atatürk, ne Lenin, ne Castro ne de Chavez “ben anamdan lider doğdum, lider olarak öleceğim, mutlaka ben yöneteceğim…” diyerek başka örgütleri görmezlikten gelmemiştir.
Örgütler ve öncü kişiler ancak mücadele içerisinde gelişip güçlenirler, deneyim kazanırlar. Teori ve pratiğin o şaşmaz mihenk taşında çözüm üretenler, başarıya ulaşanlar yani kısaca hak edenler lider olur, etmeyenler çekip gider.
Öyleyse ABD’yi, AB’yi emperyalist devlet olarak kabul eden, tam bağımsızlığı savunan, emperyalizmle hiçbir alanda uzlaşmayan partiler, gruplar, bireyler farklılıkları, ayrıntıları sonradan tartışmak üzere bir kenara bırakıp, güç birliği temelinde bir araya gelmelidirler. Kökleri olan, tarihimizin kurtuluşçu, aydınlanmacı geçmişine ve önderlerine sahip çıkan örgütler birlik beraberlik içerisinde birleşip bütünleşmelidirler.
Elbette ABD, AB şakşakçılığı yapıp, “Ermenilerden özür diliyorum” diyenlerin, “bir kadın memesine vatan satan” vatansızların bu birleşmede yeri yoktur. Onlar Kurtuluş Savaşındaki mandacılar gibi emperyalizmle ittifak içerisinde devrimcileri arkadan vurmaya çalışmaktadırlar.
Onlar emperyalizmin solcularıdırlar.
Oysa bugünkü gündem vatan savunmasıdır, bağımsızlık mücadelesidir.
Ülkemiz, parçalanmanın eşiğine gelmiştir. Cemaatler, etnik gruplar ve emperyalizm pusuda beklemekte, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete son darbeyi vurmaya hazırlanmaktadırlar.
Yurdumuzda ve dünyada bağımsızlık ve kurtuluş savaşları dönemi bu nedenle yeniden başlamıştır.
Bu açıdan Latin Amerika’daki devrimler iyi bir örnektir ve yurtseverlerin önünü açmıştır.
Chavez bu konuda şunları söylemektedir.
“Amerikan imparatorluğu tarihin gördüğü en vahşi imparatorluktur. ABD’nin faşist saldırganlığının hiçbir sınırı yoktur…”
“Latin Amerika artık uyandı. Latin Amerika tarihin en büyük saldırısına hazırlanıyor. ABD ise Latin Amerika halklarının düşmanıdır. Bu topraklarda özgürlükten yana her programın düşmanıdır. ABD umudun düşmanıdır…”
Chavez sırtını “Üç Köklü Ağaç”a, yani Simon Bolivar, Simon Rodriguez, Ezequil Zamora’ya yasladı. Onları temel aldı ve başarıya ulaştı. Onların yarım kalan işlerini tamamladı, tamamlamaya devam ediyor.
Bizler de Atatürk’ü temel alarak, onun başlattığı işleri tamamlamak üzere yolumuza devam etmeliyiz.
Emperyalizm yurdumuzdan kovuluncaya dek, karanlıklar aydınlığa dönüşünceye dek tam bağımsızlık savaşını kararlılıkla sürdürmeliyiz.
(Müdafaa-i Hukuk Dergisi)
(ali-eralp@hotmail.com)
Ali Eralp- GÜMÜŞ ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 62
Yaş : 72
ŞEHİR : içel
Meslek : yazar
Öğrenim Durumu : üniversite
Aldığı Teşekkür : 23
Kayıt tarihi : 22/12/09
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz