Paşa'ya eteklik giydirenler şimdi demokrasi kahramanı
DENiZ YILDIZI :: YAZARLARIMIZ :: Can ATAKLI :: Son Yazısı
1 sayfadaki 1 sayfası
Paşa'ya eteklik giydirenler şimdi demokrasi kahramanı
Silahlı Kuvvetler ağır bir saldırı altında. Belli ki bugüne kadar ülkeyi gerçekten kendilerinin yönettiğine o kadar inanmışlar ki, bu saldırılar karşısında ne yapacaklarını bilemez haldeler.
Bu nedenle emekli komutanlar itilip kakılıyor, polis merkezlerinde çekyatlarda sabahlatılıyor, saatlerce sorgulanıp tutuklanıyor.
Bunları büyük bir sevinçle karşılayan, “Artık Türkiye eski Türkiye değil, diktatörlük bitti” naraları atanlar yapılanların “demokrasi ve hukukun nihayet Türkiye’ye gelmesinin müjdesi” olduğunu söylüyorlar.
Oysa demokrasi ve hukuk askerin aşağılanması değildir. Tam tersine askerin de demokrasi ve hukuk düzenine tamamıyla sadık kalması ve yüceltilmesi demokrasi ve hukukun olduğunun müjdesidir.
AKP ile birlikte içlerindeki Türkiye sevgisizliğini ortaya çıkaran maskeli kesime hatırlatmak istediğim bir nokta var. Şimdi “asla darbe olmayacağını” bildikleri için kahramanlığa soyunanlar 1990’lı yıllarda yakalanan fırsatı acaba neden ellerinin tersiyle ittiler?
1994 yılında Başbakan Tansu Çiller’di. Beğenelim beğenmeyelim, onun döneminde iktidar-asker ilişkileri hiç de kötü değildi. Gerçi Başbakan Tansu Çiller askerle iyi ilişkilerini, onlarla kötü olmama ilkesi üzerinden yürütüyordu ama sonuçta asker “sivil otoriteye itaat” konusunda hayli önemli mesafe almıştı.
Tabii Turgut Özal’ın yarattığı iklimi de unutmamak gerek burada.
Çiller döneminin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş bir sohbet sırasında ordunun sivil otoriteye olan bağlılığını ve saygısını dile getirmek için “Sayın Bayan Başbakan tak diye emir veriyor biz de şak diye yerine getiriyoruz” demişti.
Güreş, belki amacı aşan ve espri dozu yüksek bir söz söylemişti ama asker-siyaset ilişkileri göz önüne alındığında bu çok önemli bir gelişmeydi.
Peki Paşa’nın bu sözlerine karşı, şimdi demokrasi kahramanı kesilen, kendilerine liberal maskesi takan faşistler ne yaptı?
Önce “Tak-şak Paşa” lakabı taktılar Doğan Güreş’e. Türkçe’nin “elastikiyetinden” yararlanarak Güreş’e “ağır hakaret” ettiklerini düşündüler bu lakapla.
Ama şimdinin demokrasi kahramanları, o tarihlerde bununla da yetinmediler Doğan Güreş’e “etek” giydirdiler. Bir tür “travesti” yaptılar Genelkurmay Başkanı’nı.
Ama o Genelkurmay Başkanı büyük olgunlukla karşıladı, aslında son derece “aşağılık” olan bu tahrikleri. Emekli olunca da “Madem öyle, siyasete gireyim” dedi. DYP’den milletvekili oldu. Kendi görüşüyle partisinin görüşü ters düşünce de, ne askerliğine, ne de siyasete hiç zarar vermeden sessizce çekilmesini bildi.
Şimdi “normalleşme” çığlıkları atan sözde liberal faşistler, eğer bundan neredeyse 20 yıl önce, beğenmedikleri Başbakan’la demokratik uyum içinde olan Genelkurmay Başkanı’na saldırmasalardı, muhtemelen 28 Şubat bile olmazdı.
***
Polis yakalarsa terör yakalamazsa adi olay
Antalya’dan bir okurum aradı, başından geçeni anlattı. PKK’nın bir ara çok moda haline getirdiği “molotoflu saldırılar” sırasında arabası ağır hasar görmüş okurumun. Diyor ki “3 Ocak’ta Yeşilyurt 4374 no’lu sokakta 6 araç molotof kokteylleri ile yakıldı. Benim arabamın sol ön göğüslüğünde Türk Bayrağı var. Burası tuğla ile kırılmış ve içine benzin akıtıldıktan sonra ateşe verilmiş.”
Okurum, doğal olarak, hasar gören aracının zararını nasıl tazmin edebileceğini düşünmeye başlamış. Terörden oluşan zararların devlet tarafından karşılandığını öğrenince valiliğe başvurmuş.
Komisyon durumu emniyete sormuş. Buradan gelen yazıda olayın bir terör eylemi olup olmadığının anlaşılamadığı belirtilmiş.
Kısacası aracı ağır hasar gören vatandaş tazminat hakkından yararlanamıyor. Tabii aynı sokaktaki diğer 6 aracın sahipleri de bu durumda.
Sordum, bu olaydan sonra eylemi yapan PKK’lılar kaçmışlar. Yani yakalanan yok. Bu durumda emniyet kimseyi yakalayamadığı için, olay raporlara “terör” değil “adi olay” olarak geçiyor.
O zaman aklıma şu geliyor: Çocukların ve gençlerin katıldığı bu tür eylemlerde genellikle yakalanan pek olmuyor. Belki de polis bunları yakalayıp terör derdiyle uğraşacağına dosyaları “çözülmemiş adi şiddet olayları” klasörüne koyup bundan kurtuluyor.
***
Fenerbahçe Stadı her yağmurda neden oynanamayacak hale geliyor?
Fenerbahçe Stadı için kulüp milyonlarca dolar harcadı. Her şey mükemmel, bu stat sayesinde futbol seyircisi de nihayet adam yerine konmuş oldu, saygı gösterildi. Nitekim Fenerbahçe Stadı’ndan sonra yapılan statlarda bu ilke korundu.
Ama ya Fenerbahçe Stadı’nın zemini... Kuru havada müthiş bir görünüşü var. Yağmur yağınca ise bir felaket oluyor. O güzel çim zemin gidiyor 40 yıl önceki Dolmabahçe haline geliyor.
Stat zeminlerinin çimlenmesinde uzman bir dostum aradı geçen hafta. “Biliyor musun” dedi, “Çim sahalarda en önemli faktör drenajdır. Eğer yağan yağmurun suyu anında tahliye edilemezse ortam futbol oynanamaz hale gelir. Drenaj da kullanılan çimle ve altındaki toprakla ilgilidir. Bilmem kaç milyonluk Fenerbahçe Stadı’ndaki çimler buna elverişsiz, onun için yağmurda mahvoluyor.”
Uzmanın söylediği şu: “Spor yapılacak çim kalıplarının altında en az 3 santim yüksekliğinde kumlu toprak olması gerek. Oysa bizimkiler çimin altına killi toprak ya da az kumlu toprak koyuyor. Birkaç yağmurdan sonra killi toprak çimin altında kalın bir muşamba etkisi yapıyor ve sahalar bu hale geliyor.”
Peki bunun çaresi ne? Uzmana göre çaresi çok basit. Çimlerin altındaki toprağın yüzde 80’inin kumlu olması gerek. Ancak başta Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü bunu bilmediği için saha çimleme yönetmeliklerinde belirtmiyor. Denetimler de bu yönetmeliğe göre yapılınca teknik olarak sorun çıkmıyor.
Bu işin maliyeti de yaklaşık 50-60 bin lira arasında değişiyor. Yani Fenerbahçe, büyük ihtimalle bilgi eksikliği yüzünden, 50 bin liralık yatırımdan sanki kaçmış gibi görünüyor ve yağmurda kulübe asla yakışmayacak bir saha sunuyor. Kulüp yetkililerinin bu noktayı dikkate almasında yarar görüyorum.
***
AKP’li bir milletvekili, “40 yıl bizi onlar fişledi, şimdi de biz onları fişliyoruz” demiş. Fişlemeyi anladık, bari Cumhuriyet’in fişini çekmeseler! (Gani Yıldız)
Bu nedenle emekli komutanlar itilip kakılıyor, polis merkezlerinde çekyatlarda sabahlatılıyor, saatlerce sorgulanıp tutuklanıyor.
Bunları büyük bir sevinçle karşılayan, “Artık Türkiye eski Türkiye değil, diktatörlük bitti” naraları atanlar yapılanların “demokrasi ve hukukun nihayet Türkiye’ye gelmesinin müjdesi” olduğunu söylüyorlar.
Oysa demokrasi ve hukuk askerin aşağılanması değildir. Tam tersine askerin de demokrasi ve hukuk düzenine tamamıyla sadık kalması ve yüceltilmesi demokrasi ve hukukun olduğunun müjdesidir.
AKP ile birlikte içlerindeki Türkiye sevgisizliğini ortaya çıkaran maskeli kesime hatırlatmak istediğim bir nokta var. Şimdi “asla darbe olmayacağını” bildikleri için kahramanlığa soyunanlar 1990’lı yıllarda yakalanan fırsatı acaba neden ellerinin tersiyle ittiler?
1994 yılında Başbakan Tansu Çiller’di. Beğenelim beğenmeyelim, onun döneminde iktidar-asker ilişkileri hiç de kötü değildi. Gerçi Başbakan Tansu Çiller askerle iyi ilişkilerini, onlarla kötü olmama ilkesi üzerinden yürütüyordu ama sonuçta asker “sivil otoriteye itaat” konusunda hayli önemli mesafe almıştı.
Tabii Turgut Özal’ın yarattığı iklimi de unutmamak gerek burada.
Çiller döneminin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş bir sohbet sırasında ordunun sivil otoriteye olan bağlılığını ve saygısını dile getirmek için “Sayın Bayan Başbakan tak diye emir veriyor biz de şak diye yerine getiriyoruz” demişti.
Güreş, belki amacı aşan ve espri dozu yüksek bir söz söylemişti ama asker-siyaset ilişkileri göz önüne alındığında bu çok önemli bir gelişmeydi.
Peki Paşa’nın bu sözlerine karşı, şimdi demokrasi kahramanı kesilen, kendilerine liberal maskesi takan faşistler ne yaptı?
Önce “Tak-şak Paşa” lakabı taktılar Doğan Güreş’e. Türkçe’nin “elastikiyetinden” yararlanarak Güreş’e “ağır hakaret” ettiklerini düşündüler bu lakapla.
Ama şimdinin demokrasi kahramanları, o tarihlerde bununla da yetinmediler Doğan Güreş’e “etek” giydirdiler. Bir tür “travesti” yaptılar Genelkurmay Başkanı’nı.
Ama o Genelkurmay Başkanı büyük olgunlukla karşıladı, aslında son derece “aşağılık” olan bu tahrikleri. Emekli olunca da “Madem öyle, siyasete gireyim” dedi. DYP’den milletvekili oldu. Kendi görüşüyle partisinin görüşü ters düşünce de, ne askerliğine, ne de siyasete hiç zarar vermeden sessizce çekilmesini bildi.
Şimdi “normalleşme” çığlıkları atan sözde liberal faşistler, eğer bundan neredeyse 20 yıl önce, beğenmedikleri Başbakan’la demokratik uyum içinde olan Genelkurmay Başkanı’na saldırmasalardı, muhtemelen 28 Şubat bile olmazdı.
***
Polis yakalarsa terör yakalamazsa adi olay
Antalya’dan bir okurum aradı, başından geçeni anlattı. PKK’nın bir ara çok moda haline getirdiği “molotoflu saldırılar” sırasında arabası ağır hasar görmüş okurumun. Diyor ki “3 Ocak’ta Yeşilyurt 4374 no’lu sokakta 6 araç molotof kokteylleri ile yakıldı. Benim arabamın sol ön göğüslüğünde Türk Bayrağı var. Burası tuğla ile kırılmış ve içine benzin akıtıldıktan sonra ateşe verilmiş.”
Okurum, doğal olarak, hasar gören aracının zararını nasıl tazmin edebileceğini düşünmeye başlamış. Terörden oluşan zararların devlet tarafından karşılandığını öğrenince valiliğe başvurmuş.
Komisyon durumu emniyete sormuş. Buradan gelen yazıda olayın bir terör eylemi olup olmadığının anlaşılamadığı belirtilmiş.
Kısacası aracı ağır hasar gören vatandaş tazminat hakkından yararlanamıyor. Tabii aynı sokaktaki diğer 6 aracın sahipleri de bu durumda.
Sordum, bu olaydan sonra eylemi yapan PKK’lılar kaçmışlar. Yani yakalanan yok. Bu durumda emniyet kimseyi yakalayamadığı için, olay raporlara “terör” değil “adi olay” olarak geçiyor.
O zaman aklıma şu geliyor: Çocukların ve gençlerin katıldığı bu tür eylemlerde genellikle yakalanan pek olmuyor. Belki de polis bunları yakalayıp terör derdiyle uğraşacağına dosyaları “çözülmemiş adi şiddet olayları” klasörüne koyup bundan kurtuluyor.
***
Fenerbahçe Stadı her yağmurda neden oynanamayacak hale geliyor?
Fenerbahçe Stadı için kulüp milyonlarca dolar harcadı. Her şey mükemmel, bu stat sayesinde futbol seyircisi de nihayet adam yerine konmuş oldu, saygı gösterildi. Nitekim Fenerbahçe Stadı’ndan sonra yapılan statlarda bu ilke korundu.
Ama ya Fenerbahçe Stadı’nın zemini... Kuru havada müthiş bir görünüşü var. Yağmur yağınca ise bir felaket oluyor. O güzel çim zemin gidiyor 40 yıl önceki Dolmabahçe haline geliyor.
Stat zeminlerinin çimlenmesinde uzman bir dostum aradı geçen hafta. “Biliyor musun” dedi, “Çim sahalarda en önemli faktör drenajdır. Eğer yağan yağmurun suyu anında tahliye edilemezse ortam futbol oynanamaz hale gelir. Drenaj da kullanılan çimle ve altındaki toprakla ilgilidir. Bilmem kaç milyonluk Fenerbahçe Stadı’ndaki çimler buna elverişsiz, onun için yağmurda mahvoluyor.”
Uzmanın söylediği şu: “Spor yapılacak çim kalıplarının altında en az 3 santim yüksekliğinde kumlu toprak olması gerek. Oysa bizimkiler çimin altına killi toprak ya da az kumlu toprak koyuyor. Birkaç yağmurdan sonra killi toprak çimin altında kalın bir muşamba etkisi yapıyor ve sahalar bu hale geliyor.”
Peki bunun çaresi ne? Uzmana göre çaresi çok basit. Çimlerin altındaki toprağın yüzde 80’inin kumlu olması gerek. Ancak başta Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü bunu bilmediği için saha çimleme yönetmeliklerinde belirtmiyor. Denetimler de bu yönetmeliğe göre yapılınca teknik olarak sorun çıkmıyor.
Bu işin maliyeti de yaklaşık 50-60 bin lira arasında değişiyor. Yani Fenerbahçe, büyük ihtimalle bilgi eksikliği yüzünden, 50 bin liralık yatırımdan sanki kaçmış gibi görünüyor ve yağmurda kulübe asla yakışmayacak bir saha sunuyor. Kulüp yetkililerinin bu noktayı dikkate almasında yarar görüyorum.
***
AKP’li bir milletvekili, “40 yıl bizi onlar fişledi, şimdi de biz onları fişliyoruz” demiş. Fişlemeyi anladık, bari Cumhuriyet’in fişini çekmeseler! (Gani Yıldız)
Can ATAKLI- ALTIN ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 158
Yaş : 68
ŞEHİR : Türkiye
Meslek : Gazeteci
Öğrenim Durumu : Yüksek
Aldığı Teşekkür : 20
Kayıt tarihi : 05/06/08
DENiZ YILDIZI :: YAZARLARIMIZ :: Can ATAKLI :: Son Yazısı
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz