OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE SİYASAL İSLAM VE EMPERYALİZM...
DENiZ YILDIZI :: YAZARLARIMIZ :: Ali ERALP :: Son Yazısı
1 sayfadaki 1 sayfası
OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE SİYASAL İSLAM VE EMPERYALİZM...
OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE SİYASAL İSLAM VE EMPERYALİZM…
ALİ ERALP
Ülkemizde dinci kesimler, ayrıcalıklı konumlarını sürdürebilmek, çıkarlarını güvence altına alabilmek için, siyasal İslam'ı felsefelerinin bayrağı durumuna getirmişlerdir. Etkilenmeye hazır, sorunlarının çözümünü salt inanç dünyasında arayan aç ve yoksul insanları denetleyebilmenin en kolay, en kestirme yolunu “Allah ile aldatmak”ta, din sömürüsü'nde bulmuşlardır. Şeriatçı çevrelerin elinde, temelsiz, boş bilgiler, batıl inançlar, toplumu yönlendirmede bir baskı aracına, bir uyuşturucuya dönüşmüştür.
Bu din sömürüsü, ( Atatürk dönemi dışında) dün de vardı, bugün de var ve karşı çıkılmazsa yarın da olacaktır.
İşin bir başka yönü, bu dinci çevreler bir yandan bir İslam devleti kurmayı düşlerken, öte yandan emperyalizme göbekten bağlanarak, yabancı sermaye savunuculuğunu da gönüllü yapmaktadırlar. Tarihe bakarsak, bu siyasal İslamcılık oyununun her zaman böyle sahnelendiğini, emperyalizmin güdümündeki şeriatçılık yasalarının böyle işlediğini görebiliriz.
İslam devleti isteyen tüm şeriatçılar, hedeflerine ulaşabilmek için genellikle dış güçlerle bütünleşerek ulusal güçleri arkadan vurmaya çalışmışlardır.
31 MART İSYANI
Örneğin 31 Mart kalkışmasının lideri, "Volkan" gazetesi ile İttîhad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin yöneticisi Derviş Vahdetî'ye göre Rus Çarı ve İngiliz Kralı İslam’ın dostu, bunlara karşı çıkarak ulusal devleti savunan İttihat ve Terakki Cemiyeti İslam’ın düşmanıydı.
Derviş Vahdeti, 31 Mart kalkışmasının hazırlayıcılarından ve önderlerindendir. Çıkardığı Volkan gazetesi ile halkı kendi saflarına çekmeye, İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti ile de onları örgütlemeye çalışmıştı. Bu konuda başarılı olduğunu da söyleyebiliriz.
O, Padişah Abdülhamit’e yazdığı bir mektupta aldığı eğitimi, kendisini ve yaptıklarını şöyle anlatıyordu:
“…Dört yaşında mektebe girdim. Beş yaşında hatmettim. (Kuran’ı) On dört yaşında iken Hafız-ı Kuran oldum. Bir miktar Arapça olarak sarf ve nahiv, biraz da fıkıh gördüm. Tarikat-ı Nakşibendî'ye sülük ettim. (Girdim.). Yaşım yirmiyi buldu. Çalıştım biraz daha okudum. Biraz ecnebi lisanı öğrenmek lazım geldiğini hissettim. Ancak, "men teşebbehe kavmen fehuve minhu (bir kimse, kendisini bir kavme benzetirse, o, o kavimden olur " hadis-i şerifi o vakitlere kadar dimağımda öyle bir kuvvet bulmuştu ki, başımda sarıkla her gün Kuranıkerim tilâvetiyle (okumakla) meşgul iken düşmen-i din olan kavmin lisanını nasıl öğrenebilirdim?
… İstanbul'a geldim. İki ay sonra avdet ( geri döndüm) ettim. Ettim ama gözüm açıldı. Ötekinden berikinden biraz İngilizce öğrendim. Tebdil-i câme ettim. (Kılık kıyafet değiştirdim.) hükümet memuru oldum. Kraliçe namına verilen balolarda redingotlu, eldivenli bir adam olarak göründüm. Yirmi beş sene hoca mesleğinde, hoca itikadında, hoca kıyafetinde bir Müslüman, şimdi medeni. Her âli gördüğüm dereceye kadem bastıkça nazarım daha ilerilere matuf (çevrilmiş) bulunuyordu. Zira İngilizler, adama hiç bedava lokma mı verirler? " (31 Martta Yabancı Parmağı, Doğan Avcıoğlu)
Yayınladıkları bildirilere göre bu dernek, Kuran'ı temel alıp, şeriat yasalarını ilke edinmişti.
Bu dernek de diğer şeriat isteği ile ortaya çıkan örgütler gibi dış kaynaklardan besleniyordu. Arkasında İngilizler vardı. Kökü dışarıda bir kuruluştu, emperyalizmin emrindeydi. Derviş Vahdeti de bir İngiliz yetiştirmesiydi. Kraliçe namına verilen balolarda (mektubunda da belirttiği gibi) redingot bile giymişti.
Derviş Vahdeti yayınladığı heyecanlı, kışkırtıcı yazılarla şeriata dönme çağrıları yapıyor, herkesin örgüte katılmasını istiyordu.
Her yana gazeteler gönderiyor, toplantılar yapıyor, mitingler düzenliyordu. Çünkü "İngiliz'in lokmasını" hak etmesi gerekiyordu. Kendi deyişi ile "İngiliz adama bedava lokma vermezdi..."
31 Mart kalkışmasının hazırlıkları aşama aşama gerçekleştiriliyor, Bir yandan da askerle bağlantı kurulmaya çalışılıyordu.
3 Nisanda şeriatçılar ellerinde bayraklarla Ayasofya alanında toplandılar. Yer gök "şeriat isteriz" sesleri ile yankılanıyordu. Hedefte İttihatçı subayların ve yöneticilerin kelleleri vardı. Derviş Vahdeti ve Bediüzzaman Said-i Kürdi (Said Nursi) kışkırtıcı konuşmalar yaptılar.
HAREKET ORDUSU
Ayaklanmayı ittihatçı subay İsmail Canpulat Selanik'e bildirdi.
Haber karşısında Selanik ayağa kalktı. Askerler öfkeliydiler, tepkiliydiler. İkinci ve Üçüncü ordu birlikleri isyanı bastırmak üzere hazırlığa başladı. Genç subaylar Meşrutiyeti kurtarmak için İstanbul'a yürümeye karar verdiler. Özgürlük kahramanı Resneli Niyazi Bey, kolağası genç subay Mustafa Kemal Bey de bu birliklerin içerisindeydi. Çeşitli birliklerden oluşan bu orduya Mustafa Kemal Bey'in önerisiyle, "Hareket Ordusu" adı verildi.
İttihat-ı Muhammedi, olaylara ağırlığını koyabilecek, kitleleri yönlendirebilecek bir konuma geldiğini anlayınca, kalkışma için fırsat kollamaya başladı. Bu fırsat, Serbesti Gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey'in 6 Nisan gecesi Galata Köprüsünde kurşunlanarak öldürülmesi üzerine kendiliğinden doğdu. Hasan Fehmişeriat yanlısı değildi ama İttihat ve terakkiye düşmandı.
Derviş Vahdeti, İttihat ve Terakki'ye karşı bu olayı çok iyi kullandı. Mizan, Serbesti, İkdam gibi gazeteleri de “hakperest matbuat” adı altında mücadeleye çağırdı.
Ulusalcılara nefreti artırabilmek için Volkan'da çok şiddetli bildiriler, yazılar yayınladı:
"Acele et Mizan! Arş ileri Serbesti! İmdat Osmanlı! Sebat et İkdam. Hakperest matbuat hep hücum edelim. İşte istibdat kalesi, işte hürriyet şehidi zincirlere bağlanıyor, bize 'imdat!' diye kollarını uzatıyor. Kale ise zayıftır, sihirle kuvvetli gözüküyor. Kale muhafızları da sihirle bağlı! İşte Volkan... Sancaktarlık vazifesi ilerliyor. Arş ileri! Şehit olursam da siz dönmeyiniz. Zira zafer bizdedir. Emin olunuz ki halk bizimledir... Müfteriler, (iftiracılar) Kâmil'in namusu ikmal edilecektir (bütünlenecektir), ikmal!"(31Mart İsyanı, Ecvet Güresin)
Bir başka yazısında da Derviş Vahdeti şunları söylüyordu:
"Ya hürriyet şehidi Hasan Fehmi Bey'in katili bulunmalı yahut malum olan beş kişiyi, İttihatçıları vatan haricine çıkarmalı. Bu ikisinden başkası milletin galeyanını durduramaz... "
Bütün bu propagandalar ve kışkırtmaların sonunda isyancılar, 30 Martı 31 Marta bağlayan gece ayaklandılar. Avcı taburları da bu kalkışmaya katıldı. İsyanın başlamasından iki gün sonra, Hareket Ordusunun öncü birlikleri Selanik'ten İstanbul'a hareket etti. Ordunun komuta heyetinde Hareket Ordusu Komutanı korgeneral Mahmut Şevket Paşa, öncü birliklerin başında Enver Bey, Ali Fethi Bey (Okyar), Kazım Bey (Karabekir) İsmail Hakkı Bey, Muhtar Bey ve İsmet Bey (İnönü) gibi genç subaylar bulunuyordu.
Hareket Ordusu 24 Nisan 1909 günü İstanbul'a girmeye başladı. 26 Nisanda isyanı bastırarak duruma egemen oldu. Abdülhamit tahttan indirildi.
HÜRRİYET VE İTİLAF PARTİSİ
İttihat-ı Muhammedi Cemiyetinin yanında Ahrar Partisi de 31 Mart'ın hazırlayıcısı ve uygulayıcıları arasındaydı. Bu şeriatçı örgüt, bir İngiliz dostuydu ve o kadar çok İngilizci, o kadar istekli bir emperyalizm yanlısıydı ki, kapitülasyonların kaldırılmasına bile karşı çıkıyordu. Oysa tüm yurtseverler, tüm ulusalcılar, kapitülasyonların sona erdirilmesini kendilerine baş hedef seçmiş, bu yolda canlarını ortaya koyarak savaşım veriyorlardı.
Ulusal güçlerin düşmanı bir başka dinci parti, Hürriyet ve İtilaf Partisiydi. Sırtını emperyalizme dayamıştı. Yeşil şeriatçılık perdesinin arkasında ülke yönetimini yabancı güçlere teslim edebilmek için elinden geleni ardına koymuyordu.
O yıllarda İttihatçıların hemen hepsi Ulusal Kurtuluş Hareketi saflarında savaştıkları halde, İtilafçıların hemen hepsi, başından sonuna değin saldırgan devletlerin yanında yer aldılar, onlara bağlı kaldılar ve asla buyruklarından dışarı çıkmadılar. Bağımsızlık savaşını engelleyebilmek, İngiliz efendilerine yaranabilmek için ellerinden gelen her çabayı gösterdiler; Şeyhülislam Dürrizade'nin imzasıyla, "Katli vaciptir" diye Mustafa Kemal'in "idam fermanı"nı bile çıkardılar.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası 1911'de kuruldu. Tek başlarına bir varlık gösteremeyeceğini anlayan gerici, tutucu, dinci kesimler, bu parti çatısı altında toplanmaya karar verdiler. Birleşip bütünleşerek daha da güçlendiler. Denilebilir ki, siyasal İslamcı gruplar, partiler ve dernekler arasında en etkili çalışan, emperyalizme en üst düzeyde hizmet veren tek örgüt, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıydı. Bu temel görevinin yanında, bir başka görevi de İttihat ve Terakki'yi güçsüz düşürüp, yok etmekti. Kurucularının başında Rıza Nur geliyordu. Partinin genel sekreteri ise Kurtuluş Savaşından sonra linç edilerek öldürülen Ali Kemal'di.
Hürriyet ve İtilaf Partisi, Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın" 1913'te öldürülmesinden sonra dağılmak zorunda kaldı. Çünkü bu olayda onların da parmağının olduğu ortaya çıkmıştı. Daha sonra 1918 yıllarının sonlarına doğru ortamı elverişli bulan İtilafçılar bir araya gelip partiyi yeniden kurdular. Kurucuları arasında Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı da vardı. Bu kez, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa da partiye açıktan destek veriyorlardı.
İngiliz uşağı bu işbirlikçi ekip işbaşına geçtikten sonra, ulusalcılara karşı kendisini daha da güçlü gören Sultan Vahdettin, 4 Mart 1919 tarihinde, İngiltere'nin ülkemizi doğrudan yönetmesi için şu önerileri iletti:
●İngiltere, bağımsızlığımızı korumak için, 15 yıl boyunca Türkiye'nin gerekli gördüğü yerlerini işgal edebilecektir.
●Osmanlı nezaretlerine (bakanlık) , İngiliz müsteşarlar atanacaktır.
●Her Osmanlı vilayetinde, valiye müşavirlik (danışmanlık) edecek bir İngiliz başkonsolosu bulunacaktır.
●Mahalli seçimlerle milletvekili seçimleri İngiliz denetiminde yapılacaktır.
●Maliyeyi İngilizler denetleyecektir.
●Fakat Sultan, İmparatorluğun dış politikasını yönetmekte kesinlikle hür olacaktır. " (Hikmet Bayur, Atatürk, s. 270-272)
Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Sekreteri olan Ali Kemal'in, 7 Ağustos 1919 tarihinde yayınlanan "Türkiye ve Mandaterlik" başlıklı "ibret" verici yazısı, bugünkü "neoliberal" takımının görüşleriyle şaşılacak denli bir benzerlik göstermektedir:
"Bizim bu müthiş yangından bir şey koparabilmek, hiç olmazsa ulusal birliğimizi sağlamamız için İngiltere'ye dayanmamız, İngiliz mandaterliğini istememiz vazgeçilmezdir. Şu nedenledir ki, bu zor dakikalarımızda, on yıldan beri geçirdiğimiz acıklı deneyimlerden sonra, bu uzak görüşlülüğü gösteremezsek, bilmeliyiz ki, bu savaştan koca bir devlet yerine, yersiz yurtsuz serseri bir aşiret, bir hanlık durumunda çıkabileceğiz ve devletimizin, yurdumuzun, ulusumuzun kesin olarak parçalanmasına tanık olacağız. " (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, cilt 1, s. 214)
Ali Kemal, bu türden yazılarla "İngiliz Mandaterliği"ni gerçekleştirmeye çalışırken, bir başka parti yöneticisi de İngilizlerin yönlendirmesiyle Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde bir "Kürt Devleti" kurma çabasındaydı. Bu kişi, "Kürt Teali Cemiyeti" (Kürt Yükselme Derneği) başkanı Seyit Abdülkadir'di.
Günümüzde ABD desteği ve yardımlarıyla oluşturulmaya çalışılan Kürt devleti, o yıllarda İngiltere'nin kanatları altında palazlanma yolunu seçmişti. İngiltere, Mustafa Kemal'in gücünü bölmek ve zayıflatmak için Kürt aşiretlerini ayaklandırmayı düşünüyordu. Bu, hepimizin bildiği, emperyalizmin klasik "böl ve yönet" uygulamasının ta kendisiydi... Buna göre emperyalizm, ulusların etnik ve dinsel kimliklerini ön plana çıkararak, insanları birbirine kırdırıyor, bölünmeleri ve parçalanmaları artırıyor; ülkeleri güçsüz ve savunmasız bir duruma düşürüp, yönetime el koyuyordu.
İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİ (İngiliz Dostluk Derneği)
Bu ihanet örgütlerinden söz ederken elbette "İngiliz Muhipler Cemiyeti”ni unutmamak gerekir.
İngiliz Muhipler Cemiyeti (İngiliz Dostluk Derneği), Atatürk'ün Samsun'a çıkışından bir gün sonra, yani 20 Mayıs 1919'da kuruldu. İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin önde gelen kişileri, İngiltere büyükelçiliği baş çevirmeni Ryan, İngiliz haber alma örgütünden General Deedes, Rahip Robert Frew, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Başkanı Miralay Sadık, Danıştay üyesi Sait Molla... Bunların yanında Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit de derneğin onursal üyeleriydi.
İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin başkanı Sait Molla'nın Rahip Frew'agönderdiği mektuplar "ihanetin sınır tanımazlığını ortaya koyması açısından paha biçilmez belgelerdir.
"Bu mektuplardan anlaşıldığına göre, Damat Ferit Paşa, Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler, yazar ve bakan Ali Kemal ve polis Müdürlerinden Nurettin Beylerin; dahası, doğrudan doğruya Padişah Vahdettin'in bu hainlik örgütüyle ilişkili oldukları; Sivas'taki Şeyh Recep, Elazığ'daki Ali Galip olaylarıyla ilk Düzce, Karacabey, Konya ve Bozkır ayaklanmalarında bu gizli casusluk örgütüne bağlı ajanların etkili rol oynadıkları açıkça görülmekte, bu ajanlara dağıtılan paranın da büyük rolü olduğu anlaşılmaktadır. Mebuslar Meclisi için yapılacak seçimleri önlemek doğrultusunda bol para ile girişime geçildiği, 26 Ekim 1919 tarihli sekizinci mektuptan anlaşılmaktadır. Bu mektupta harfi harfine şöyle denilmektedir:
Seçimleri geciktirmek ve geri bırakmak için gerek Mustafa Sabri ve gerek Hamdi ve Vasfı Efendilerle, verdiğimiz yönerge sınırları içinde, uzun uzadıya görüştüm. İşi kabul ettiler. Mahallelerde propagandalar başladı. Gerekenleri elde edecekler. Bol para dağıtarak, halkın kafasını karıştıracaklardır. Ustaca düşünce ve önlemlerimizle amaca ulaşacağımıza güvence veririm sayın üstadım. " (Söylev, cilt 1-2, s. 158-159 Çağdaş yay.)
İngiliz muhipler Cemiyeti konusunda Mustafa Kemal Atatürk de Söylev'de şunları söylüyordu:
"İstanbul'da önemli sayılacak kuruluşlardan biri İngiliz Muhipler Cemiyeti idi. Bu addan İngilizleri sevenlerin kurdukları bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar, kendi varlık ve çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla çıkarlarını korumak yolunu, (İngiliz Başbakanı) Lloyd George başkanlığındaki İngiliz Hükümeti aracılığı ile İngiltere'nin desteğini sağlamakta arayanlardır. Bu uğursuzların, İngiliz Devletinin, Osmanlı Devletini hiç parçalamadan bırakmak ve korumak isteğinde olup olmayacağını bir kez olsun düşünüp düşünmedikleri, üzerinde durulmaya değer... "
Bu dinci güçler için baş hedef, emperyalizmin yönetiminde bir İslam devletinin kurulmasıydı. Bağımsızlık, onurlu bir devlet, ulusal bir meclis onları ilgilendirmiyordu. Onlar için önemli olan Mustafa Kemal'in de vurguladığı gibi "kendi varlık ve çıkarlarıydı. İngiliz Devletinin Osmanlı devletini parçalamadan bırakmayacağını bir kez olsun düşünmek" işlerine gelmezdi. Nitekim daha sonraları, yedi düvelin başarısız olması için uğraştığı genç Türkiye Cumhuriyetine karşı, ilk büyük kalkışma da İngilizlerin desteklediği Şeyh Sait İsyanı'yla ortaya çıkmıştı.
Elbette, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda ülkesi için canla başla savaşan yurtsever din adamlarını bu şeriatçı kesimden ayırmak gerekir
İLKELER YOK EDİLDİ
Cumhuriyetin ilk yıllarında ve 1908 Meşrutiyeti'nde çağdışı akımları ve gericiliği kullanarak, ulusal düşünceyi ve aydınlanmayı yok etmeye çalışan emperyalizm, çok partili yaşama geçen 1950 Türkiyesi'nde de şeriatçılığı desteklemeyi, ondan yararlanmayı sürdürdü. Atatürk ve İnönü döneminde, "takıyye Yöntemi” ile gerici yanlarını gizleyen DP'nin önde gelen yöneticileri, çok partili yaşamla birlikte gerçek kimliklerini de ortaya koydular. 1950 seçimlerinden sonra emperyalizmle ve çeşitli tarikat liderleriyle sıkı ilişkiler içerisine girdiler. Adnan Menderes'in "Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz" sözleri, o yıllarda Atatürk devrimlerinden ne kadar uzaklaşıldığının bir göstergesiydi.
Oysa onlar, Atatürk’ün sağlığında, Türkiye Resmi Komünist Partisinin kurucuları arasında yer almışlardı. "Çok partili" sistemin Türkiye'ye gelmesine öncülük eden İnönü bile DP'nin yarattığı bu gerici düzenden rahatsız olmuş, yanıldığını şu sözlerle itiraf etmişti:
"Ben demokrasiye giderken arkadaşlarımdan çök ürken olmuştur: Saraçoğlu gibi olgun bir arkadaş bile bana:
İrticaya gideceklerdir, ben irticadan korkarım, demiştir. Saraçoğlu haklı çıktı. Ben irticanın bu ölçüde istismar edileceğini tahmin etmemiştim. Gerçi aşırı sağdan korkarım. Ama işin oraya vardırılacağını hakikaten düşünememişimdir.” (Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı)
Gerçek düşüncelerini ustalıkla saklayan Celal Bayar'lar, Refik Koraltan'lar, Adnan Menderes'ler iktidar olunca "Batılılaşma hastalığına, Batı illeti"ne tutuldular. Türkiye'yi "küçük Amerika" yapma sevdasına düştüler. Mustafa Kemal Atatürk'ün kapıdan kovduğu emperyalizmi bacadan içeriye aldılar. Türk ulusunun canı ve kanı pahasına elde ettiği ekonomik ve siyasal bağımsızlığını, ABD emperyalizmine altın tepsi içinde yeniden sundular. "Batı" denen şeyin sömürücü ve ülkeleri parçalayıcı yanını unuttular. Oysa Tanzimat'tan beri yaşanan bu "Batı yakınlaşması"nın gerçek yüzünü Kurtuluş Savaşı yıllarında görmüş olmaları gerekirdi.
Daha sonra da "Kökü dışarıda", "işbirlikçi", "vatan haini" suçlamalarıyla "tam bağımsızlık" isteyen aydınlara, gerçek yurtseverlere kan kusturdular. Aslında "kökü dışarıda" olan birileri varsa, o, DP yöneticilerinden başkası olamazdı. Çünkü sevgili yurdumuzu, şanlı bir Kurtuluş Savaşının ardından, ekonomisiyle, kültürüyle, siyasal yönetimiyle, Batı emperyalizmine kendileri teslim etmişlerdi. Kapitalist-emperyalist dış güçlerin buyruğuna kendileri girmişlerdi. Atatürk'ün başlattığı "devletçilik" yöntemiyle kalkınma, ulusal güçlere dayanarak çağdaş uygarlığı yakalama hedefini bir kenara atıp, Batı'nın "özel girişimcilik, serbest rekabet, liberalizm" uygulamalarını kendileri getirmişlerdi. Emperyalizme göbekten bağlanmışlardı.
Bu uygulamalarla, "Kemalizm"i ve Kemalizm'in ilkelerini can evinden vurdular.
SİYASAL İSLAMCILAR VE TAKIYYE (gizleme)
Daha sonraları, 1980 yönetimiyle üstü örtülü bir Atatürk düşmanlığı dönemi başladı. 'Büyük Atatürk, Yüce Atatürk...' diye diye, Atatürk'ün cumhuriyet kurumlarını birer birer yok ettiler.
Öğretim Birliği parçalandı. Dinci eğitim, laik eğitimin yerini aldı. Okullara zorunlu din dersleri konuldu. Tarikatlar, tekkeler yerden biter gibi çoğaldı. Nakşibendîlik Çankaya'ya değin tırmandı.
Çağdışı akımlar ve düşünceler bilimin önüne geçti. Bu alanda o kadar ileriye gidildi ki, "kadavra" ya don giydirilmesini savunan, karşı cinsi muayene etmek istemeyen doktorlar bile çıktı. 1988-1989 öğretim yılında ders kitaplarının kapaklarından Atatürk resimleri kaldırıldı.
O günlerde de kimse aldırmıyordu ama şeriat düzeninin temelleri devlet eliyle atılıyor, şeriat özlemcileri bir din devletine doğru koşar adımlarla ilerliyorlardı. Yine bugün olduğu gibi o günlerde de bu dinci kesimler "asıl amaçları"nı gözlerden uzak tutabilmek için "takıyye" yöntemini kullanıyorlardı.
Onlara göre, (yalan söylemek de geçerli olmak üzere) "nihai hedefe varana kadar, yani sonuca ulaşana kadar, her yöntem, her yol mubahtı..." (Hocanın Okulları, İÜ Basımevi, İstanbul 1988, s. 28) '
Şeriatçılar, demokrasiyi ve siyasal partileri, bir din devleti kurmak için kullanılması gereken araçlar olarak görüyorlardı. Bir İslamcı "mevcut düzenin olanaklarından sonuna kadar yararlanmasını" bilmeliydi. Bu konudaki görüşlerini Şevki Yılmaz şöyle açıklıyordu:
"Türkiye'de Müslümanları selamete çıkarmanın, hürriyete kavuşturmanın yolu, mevcut düzeni kullanmaktan geçer. Müslüman, bulunduğu mekânda, mevkide ve zamanda davası için düzeni kullanabilmelidir..." (Şevki Yılmaz, Taraf Dergisi, 1993)
Recep Tayyip Erdoğan da düzenin kullanılmasından yanaydı. Şunları söylüyordu:
“Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız.
Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz…”
Fethullah Gülen bir söyleşisinde takıyye konusundaki görüşlerini şöyle belirtiyordu:
"Taktik ve stratejiler söylenmez. Söylendiği an onun bir taktik olma hüviyeti ortadan kalkar. Stratejiler sadece tatbik edilir." ( Şemseddin Nuri, Küçük Dünyam)
Elbette takıyyeyi en iyi uygulayan tarikat liderlerinin başında Fethullah Gülen gelir. O, Nurculuğun 'ılımlı İslam' kanadının temsilcisidir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında İngilizlerin desteklediği Said Nursi, Kemalizm için nasıl bir tehlike idiyse, bugün de Amerikalıların desteklediği Fethullah Gülen aynı tehlikeyi sürdürmekte ve bu tehlike AKP iktidarı ile birlikte her geçen gün biraz daha büyümektedir.
Osmanlının son dönemlerinde başlayan şeriat yolculuğu günümüzde iyice hızlanmıştır.
Siyasal İslam bugün, pervasızca tam da emperyalizmin istediği gibi, uluslararası sermayeyle uyumlu, ABD ile kol kola girmiş, büyük bir pervasızlık içerisinde ulus devleti ve Kemalizm’i bitirmeye çalışmaktadır. Anayasadaki "Atatürk milliyetçiliği" kavramı ve Türk sözcükleri bile onları rahatsız etmektedir. Hedef ümmet toplumudur, İslam Cumhuriyetidir. Hedef, Türkiye'yi tarikatların ve küresel sermayenin birlikte yönettiği bir ülke durumuna getirmektir. AKP, ABD ve AB şeriat yolculuğuna son noktayı koymaya hazırlanmaktadırlar.
Son aylarda, ulusal ve sosyal devletin temellerini oluşturan Kemalizm’e, yargıya, orduya hem içten hem dıştan ağır saldırılar yapılmasının nedeni işte budur.
(MÜDAFAA-İ HUKUK DERGİSİ, Nisan 2010)
(ali-eralp@hotmail.com)
ALİ ERALP
Ülkemizde dinci kesimler, ayrıcalıklı konumlarını sürdürebilmek, çıkarlarını güvence altına alabilmek için, siyasal İslam'ı felsefelerinin bayrağı durumuna getirmişlerdir. Etkilenmeye hazır, sorunlarının çözümünü salt inanç dünyasında arayan aç ve yoksul insanları denetleyebilmenin en kolay, en kestirme yolunu “Allah ile aldatmak”ta, din sömürüsü'nde bulmuşlardır. Şeriatçı çevrelerin elinde, temelsiz, boş bilgiler, batıl inançlar, toplumu yönlendirmede bir baskı aracına, bir uyuşturucuya dönüşmüştür.
Bu din sömürüsü, ( Atatürk dönemi dışında) dün de vardı, bugün de var ve karşı çıkılmazsa yarın da olacaktır.
İşin bir başka yönü, bu dinci çevreler bir yandan bir İslam devleti kurmayı düşlerken, öte yandan emperyalizme göbekten bağlanarak, yabancı sermaye savunuculuğunu da gönüllü yapmaktadırlar. Tarihe bakarsak, bu siyasal İslamcılık oyununun her zaman böyle sahnelendiğini, emperyalizmin güdümündeki şeriatçılık yasalarının böyle işlediğini görebiliriz.
İslam devleti isteyen tüm şeriatçılar, hedeflerine ulaşabilmek için genellikle dış güçlerle bütünleşerek ulusal güçleri arkadan vurmaya çalışmışlardır.
31 MART İSYANI
Örneğin 31 Mart kalkışmasının lideri, "Volkan" gazetesi ile İttîhad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin yöneticisi Derviş Vahdetî'ye göre Rus Çarı ve İngiliz Kralı İslam’ın dostu, bunlara karşı çıkarak ulusal devleti savunan İttihat ve Terakki Cemiyeti İslam’ın düşmanıydı.
Derviş Vahdeti, 31 Mart kalkışmasının hazırlayıcılarından ve önderlerindendir. Çıkardığı Volkan gazetesi ile halkı kendi saflarına çekmeye, İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti ile de onları örgütlemeye çalışmıştı. Bu konuda başarılı olduğunu da söyleyebiliriz.
O, Padişah Abdülhamit’e yazdığı bir mektupta aldığı eğitimi, kendisini ve yaptıklarını şöyle anlatıyordu:
“…Dört yaşında mektebe girdim. Beş yaşında hatmettim. (Kuran’ı) On dört yaşında iken Hafız-ı Kuran oldum. Bir miktar Arapça olarak sarf ve nahiv, biraz da fıkıh gördüm. Tarikat-ı Nakşibendî'ye sülük ettim. (Girdim.). Yaşım yirmiyi buldu. Çalıştım biraz daha okudum. Biraz ecnebi lisanı öğrenmek lazım geldiğini hissettim. Ancak, "men teşebbehe kavmen fehuve minhu (bir kimse, kendisini bir kavme benzetirse, o, o kavimden olur " hadis-i şerifi o vakitlere kadar dimağımda öyle bir kuvvet bulmuştu ki, başımda sarıkla her gün Kuranıkerim tilâvetiyle (okumakla) meşgul iken düşmen-i din olan kavmin lisanını nasıl öğrenebilirdim?
… İstanbul'a geldim. İki ay sonra avdet ( geri döndüm) ettim. Ettim ama gözüm açıldı. Ötekinden berikinden biraz İngilizce öğrendim. Tebdil-i câme ettim. (Kılık kıyafet değiştirdim.) hükümet memuru oldum. Kraliçe namına verilen balolarda redingotlu, eldivenli bir adam olarak göründüm. Yirmi beş sene hoca mesleğinde, hoca itikadında, hoca kıyafetinde bir Müslüman, şimdi medeni. Her âli gördüğüm dereceye kadem bastıkça nazarım daha ilerilere matuf (çevrilmiş) bulunuyordu. Zira İngilizler, adama hiç bedava lokma mı verirler? " (31 Martta Yabancı Parmağı, Doğan Avcıoğlu)
Yayınladıkları bildirilere göre bu dernek, Kuran'ı temel alıp, şeriat yasalarını ilke edinmişti.
Bu dernek de diğer şeriat isteği ile ortaya çıkan örgütler gibi dış kaynaklardan besleniyordu. Arkasında İngilizler vardı. Kökü dışarıda bir kuruluştu, emperyalizmin emrindeydi. Derviş Vahdeti de bir İngiliz yetiştirmesiydi. Kraliçe namına verilen balolarda (mektubunda da belirttiği gibi) redingot bile giymişti.
Derviş Vahdeti yayınladığı heyecanlı, kışkırtıcı yazılarla şeriata dönme çağrıları yapıyor, herkesin örgüte katılmasını istiyordu.
Her yana gazeteler gönderiyor, toplantılar yapıyor, mitingler düzenliyordu. Çünkü "İngiliz'in lokmasını" hak etmesi gerekiyordu. Kendi deyişi ile "İngiliz adama bedava lokma vermezdi..."
31 Mart kalkışmasının hazırlıkları aşama aşama gerçekleştiriliyor, Bir yandan da askerle bağlantı kurulmaya çalışılıyordu.
3 Nisanda şeriatçılar ellerinde bayraklarla Ayasofya alanında toplandılar. Yer gök "şeriat isteriz" sesleri ile yankılanıyordu. Hedefte İttihatçı subayların ve yöneticilerin kelleleri vardı. Derviş Vahdeti ve Bediüzzaman Said-i Kürdi (Said Nursi) kışkırtıcı konuşmalar yaptılar.
HAREKET ORDUSU
Ayaklanmayı ittihatçı subay İsmail Canpulat Selanik'e bildirdi.
Haber karşısında Selanik ayağa kalktı. Askerler öfkeliydiler, tepkiliydiler. İkinci ve Üçüncü ordu birlikleri isyanı bastırmak üzere hazırlığa başladı. Genç subaylar Meşrutiyeti kurtarmak için İstanbul'a yürümeye karar verdiler. Özgürlük kahramanı Resneli Niyazi Bey, kolağası genç subay Mustafa Kemal Bey de bu birliklerin içerisindeydi. Çeşitli birliklerden oluşan bu orduya Mustafa Kemal Bey'in önerisiyle, "Hareket Ordusu" adı verildi.
İttihat-ı Muhammedi, olaylara ağırlığını koyabilecek, kitleleri yönlendirebilecek bir konuma geldiğini anlayınca, kalkışma için fırsat kollamaya başladı. Bu fırsat, Serbesti Gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey'in 6 Nisan gecesi Galata Köprüsünde kurşunlanarak öldürülmesi üzerine kendiliğinden doğdu. Hasan Fehmişeriat yanlısı değildi ama İttihat ve terakkiye düşmandı.
Derviş Vahdeti, İttihat ve Terakki'ye karşı bu olayı çok iyi kullandı. Mizan, Serbesti, İkdam gibi gazeteleri de “hakperest matbuat” adı altında mücadeleye çağırdı.
Ulusalcılara nefreti artırabilmek için Volkan'da çok şiddetli bildiriler, yazılar yayınladı:
"Acele et Mizan! Arş ileri Serbesti! İmdat Osmanlı! Sebat et İkdam. Hakperest matbuat hep hücum edelim. İşte istibdat kalesi, işte hürriyet şehidi zincirlere bağlanıyor, bize 'imdat!' diye kollarını uzatıyor. Kale ise zayıftır, sihirle kuvvetli gözüküyor. Kale muhafızları da sihirle bağlı! İşte Volkan... Sancaktarlık vazifesi ilerliyor. Arş ileri! Şehit olursam da siz dönmeyiniz. Zira zafer bizdedir. Emin olunuz ki halk bizimledir... Müfteriler, (iftiracılar) Kâmil'in namusu ikmal edilecektir (bütünlenecektir), ikmal!"(31Mart İsyanı, Ecvet Güresin)
Bir başka yazısında da Derviş Vahdeti şunları söylüyordu:
"Ya hürriyet şehidi Hasan Fehmi Bey'in katili bulunmalı yahut malum olan beş kişiyi, İttihatçıları vatan haricine çıkarmalı. Bu ikisinden başkası milletin galeyanını durduramaz... "
Bütün bu propagandalar ve kışkırtmaların sonunda isyancılar, 30 Martı 31 Marta bağlayan gece ayaklandılar. Avcı taburları da bu kalkışmaya katıldı. İsyanın başlamasından iki gün sonra, Hareket Ordusunun öncü birlikleri Selanik'ten İstanbul'a hareket etti. Ordunun komuta heyetinde Hareket Ordusu Komutanı korgeneral Mahmut Şevket Paşa, öncü birliklerin başında Enver Bey, Ali Fethi Bey (Okyar), Kazım Bey (Karabekir) İsmail Hakkı Bey, Muhtar Bey ve İsmet Bey (İnönü) gibi genç subaylar bulunuyordu.
Hareket Ordusu 24 Nisan 1909 günü İstanbul'a girmeye başladı. 26 Nisanda isyanı bastırarak duruma egemen oldu. Abdülhamit tahttan indirildi.
HÜRRİYET VE İTİLAF PARTİSİ
İttihat-ı Muhammedi Cemiyetinin yanında Ahrar Partisi de 31 Mart'ın hazırlayıcısı ve uygulayıcıları arasındaydı. Bu şeriatçı örgüt, bir İngiliz dostuydu ve o kadar çok İngilizci, o kadar istekli bir emperyalizm yanlısıydı ki, kapitülasyonların kaldırılmasına bile karşı çıkıyordu. Oysa tüm yurtseverler, tüm ulusalcılar, kapitülasyonların sona erdirilmesini kendilerine baş hedef seçmiş, bu yolda canlarını ortaya koyarak savaşım veriyorlardı.
Ulusal güçlerin düşmanı bir başka dinci parti, Hürriyet ve İtilaf Partisiydi. Sırtını emperyalizme dayamıştı. Yeşil şeriatçılık perdesinin arkasında ülke yönetimini yabancı güçlere teslim edebilmek için elinden geleni ardına koymuyordu.
O yıllarda İttihatçıların hemen hepsi Ulusal Kurtuluş Hareketi saflarında savaştıkları halde, İtilafçıların hemen hepsi, başından sonuna değin saldırgan devletlerin yanında yer aldılar, onlara bağlı kaldılar ve asla buyruklarından dışarı çıkmadılar. Bağımsızlık savaşını engelleyebilmek, İngiliz efendilerine yaranabilmek için ellerinden gelen her çabayı gösterdiler; Şeyhülislam Dürrizade'nin imzasıyla, "Katli vaciptir" diye Mustafa Kemal'in "idam fermanı"nı bile çıkardılar.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası 1911'de kuruldu. Tek başlarına bir varlık gösteremeyeceğini anlayan gerici, tutucu, dinci kesimler, bu parti çatısı altında toplanmaya karar verdiler. Birleşip bütünleşerek daha da güçlendiler. Denilebilir ki, siyasal İslamcı gruplar, partiler ve dernekler arasında en etkili çalışan, emperyalizme en üst düzeyde hizmet veren tek örgüt, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıydı. Bu temel görevinin yanında, bir başka görevi de İttihat ve Terakki'yi güçsüz düşürüp, yok etmekti. Kurucularının başında Rıza Nur geliyordu. Partinin genel sekreteri ise Kurtuluş Savaşından sonra linç edilerek öldürülen Ali Kemal'di.
Hürriyet ve İtilaf Partisi, Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın" 1913'te öldürülmesinden sonra dağılmak zorunda kaldı. Çünkü bu olayda onların da parmağının olduğu ortaya çıkmıştı. Daha sonra 1918 yıllarının sonlarına doğru ortamı elverişli bulan İtilafçılar bir araya gelip partiyi yeniden kurdular. Kurucuları arasında Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı da vardı. Bu kez, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa da partiye açıktan destek veriyorlardı.
İngiliz uşağı bu işbirlikçi ekip işbaşına geçtikten sonra, ulusalcılara karşı kendisini daha da güçlü gören Sultan Vahdettin, 4 Mart 1919 tarihinde, İngiltere'nin ülkemizi doğrudan yönetmesi için şu önerileri iletti:
●İngiltere, bağımsızlığımızı korumak için, 15 yıl boyunca Türkiye'nin gerekli gördüğü yerlerini işgal edebilecektir.
●Osmanlı nezaretlerine (bakanlık) , İngiliz müsteşarlar atanacaktır.
●Her Osmanlı vilayetinde, valiye müşavirlik (danışmanlık) edecek bir İngiliz başkonsolosu bulunacaktır.
●Mahalli seçimlerle milletvekili seçimleri İngiliz denetiminde yapılacaktır.
●Maliyeyi İngilizler denetleyecektir.
●Fakat Sultan, İmparatorluğun dış politikasını yönetmekte kesinlikle hür olacaktır. " (Hikmet Bayur, Atatürk, s. 270-272)
Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Sekreteri olan Ali Kemal'in, 7 Ağustos 1919 tarihinde yayınlanan "Türkiye ve Mandaterlik" başlıklı "ibret" verici yazısı, bugünkü "neoliberal" takımının görüşleriyle şaşılacak denli bir benzerlik göstermektedir:
"Bizim bu müthiş yangından bir şey koparabilmek, hiç olmazsa ulusal birliğimizi sağlamamız için İngiltere'ye dayanmamız, İngiliz mandaterliğini istememiz vazgeçilmezdir. Şu nedenledir ki, bu zor dakikalarımızda, on yıldan beri geçirdiğimiz acıklı deneyimlerden sonra, bu uzak görüşlülüğü gösteremezsek, bilmeliyiz ki, bu savaştan koca bir devlet yerine, yersiz yurtsuz serseri bir aşiret, bir hanlık durumunda çıkabileceğiz ve devletimizin, yurdumuzun, ulusumuzun kesin olarak parçalanmasına tanık olacağız. " (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, cilt 1, s. 214)
Ali Kemal, bu türden yazılarla "İngiliz Mandaterliği"ni gerçekleştirmeye çalışırken, bir başka parti yöneticisi de İngilizlerin yönlendirmesiyle Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde bir "Kürt Devleti" kurma çabasındaydı. Bu kişi, "Kürt Teali Cemiyeti" (Kürt Yükselme Derneği) başkanı Seyit Abdülkadir'di.
Günümüzde ABD desteği ve yardımlarıyla oluşturulmaya çalışılan Kürt devleti, o yıllarda İngiltere'nin kanatları altında palazlanma yolunu seçmişti. İngiltere, Mustafa Kemal'in gücünü bölmek ve zayıflatmak için Kürt aşiretlerini ayaklandırmayı düşünüyordu. Bu, hepimizin bildiği, emperyalizmin klasik "böl ve yönet" uygulamasının ta kendisiydi... Buna göre emperyalizm, ulusların etnik ve dinsel kimliklerini ön plana çıkararak, insanları birbirine kırdırıyor, bölünmeleri ve parçalanmaları artırıyor; ülkeleri güçsüz ve savunmasız bir duruma düşürüp, yönetime el koyuyordu.
İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİ (İngiliz Dostluk Derneği)
Bu ihanet örgütlerinden söz ederken elbette "İngiliz Muhipler Cemiyeti”ni unutmamak gerekir.
İngiliz Muhipler Cemiyeti (İngiliz Dostluk Derneği), Atatürk'ün Samsun'a çıkışından bir gün sonra, yani 20 Mayıs 1919'da kuruldu. İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin önde gelen kişileri, İngiltere büyükelçiliği baş çevirmeni Ryan, İngiliz haber alma örgütünden General Deedes, Rahip Robert Frew, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Başkanı Miralay Sadık, Danıştay üyesi Sait Molla... Bunların yanında Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit de derneğin onursal üyeleriydi.
İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin başkanı Sait Molla'nın Rahip Frew'agönderdiği mektuplar "ihanetin sınır tanımazlığını ortaya koyması açısından paha biçilmez belgelerdir.
"Bu mektuplardan anlaşıldığına göre, Damat Ferit Paşa, Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler, yazar ve bakan Ali Kemal ve polis Müdürlerinden Nurettin Beylerin; dahası, doğrudan doğruya Padişah Vahdettin'in bu hainlik örgütüyle ilişkili oldukları; Sivas'taki Şeyh Recep, Elazığ'daki Ali Galip olaylarıyla ilk Düzce, Karacabey, Konya ve Bozkır ayaklanmalarında bu gizli casusluk örgütüne bağlı ajanların etkili rol oynadıkları açıkça görülmekte, bu ajanlara dağıtılan paranın da büyük rolü olduğu anlaşılmaktadır. Mebuslar Meclisi için yapılacak seçimleri önlemek doğrultusunda bol para ile girişime geçildiği, 26 Ekim 1919 tarihli sekizinci mektuptan anlaşılmaktadır. Bu mektupta harfi harfine şöyle denilmektedir:
Seçimleri geciktirmek ve geri bırakmak için gerek Mustafa Sabri ve gerek Hamdi ve Vasfı Efendilerle, verdiğimiz yönerge sınırları içinde, uzun uzadıya görüştüm. İşi kabul ettiler. Mahallelerde propagandalar başladı. Gerekenleri elde edecekler. Bol para dağıtarak, halkın kafasını karıştıracaklardır. Ustaca düşünce ve önlemlerimizle amaca ulaşacağımıza güvence veririm sayın üstadım. " (Söylev, cilt 1-2, s. 158-159 Çağdaş yay.)
İngiliz muhipler Cemiyeti konusunda Mustafa Kemal Atatürk de Söylev'de şunları söylüyordu:
"İstanbul'da önemli sayılacak kuruluşlardan biri İngiliz Muhipler Cemiyeti idi. Bu addan İngilizleri sevenlerin kurdukları bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar, kendi varlık ve çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla çıkarlarını korumak yolunu, (İngiliz Başbakanı) Lloyd George başkanlığındaki İngiliz Hükümeti aracılığı ile İngiltere'nin desteğini sağlamakta arayanlardır. Bu uğursuzların, İngiliz Devletinin, Osmanlı Devletini hiç parçalamadan bırakmak ve korumak isteğinde olup olmayacağını bir kez olsun düşünüp düşünmedikleri, üzerinde durulmaya değer... "
Bu dinci güçler için baş hedef, emperyalizmin yönetiminde bir İslam devletinin kurulmasıydı. Bağımsızlık, onurlu bir devlet, ulusal bir meclis onları ilgilendirmiyordu. Onlar için önemli olan Mustafa Kemal'in de vurguladığı gibi "kendi varlık ve çıkarlarıydı. İngiliz Devletinin Osmanlı devletini parçalamadan bırakmayacağını bir kez olsun düşünmek" işlerine gelmezdi. Nitekim daha sonraları, yedi düvelin başarısız olması için uğraştığı genç Türkiye Cumhuriyetine karşı, ilk büyük kalkışma da İngilizlerin desteklediği Şeyh Sait İsyanı'yla ortaya çıkmıştı.
Elbette, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda ülkesi için canla başla savaşan yurtsever din adamlarını bu şeriatçı kesimden ayırmak gerekir
İLKELER YOK EDİLDİ
Cumhuriyetin ilk yıllarında ve 1908 Meşrutiyeti'nde çağdışı akımları ve gericiliği kullanarak, ulusal düşünceyi ve aydınlanmayı yok etmeye çalışan emperyalizm, çok partili yaşama geçen 1950 Türkiyesi'nde de şeriatçılığı desteklemeyi, ondan yararlanmayı sürdürdü. Atatürk ve İnönü döneminde, "takıyye Yöntemi” ile gerici yanlarını gizleyen DP'nin önde gelen yöneticileri, çok partili yaşamla birlikte gerçek kimliklerini de ortaya koydular. 1950 seçimlerinden sonra emperyalizmle ve çeşitli tarikat liderleriyle sıkı ilişkiler içerisine girdiler. Adnan Menderes'in "Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz" sözleri, o yıllarda Atatürk devrimlerinden ne kadar uzaklaşıldığının bir göstergesiydi.
Oysa onlar, Atatürk’ün sağlığında, Türkiye Resmi Komünist Partisinin kurucuları arasında yer almışlardı. "Çok partili" sistemin Türkiye'ye gelmesine öncülük eden İnönü bile DP'nin yarattığı bu gerici düzenden rahatsız olmuş, yanıldığını şu sözlerle itiraf etmişti:
"Ben demokrasiye giderken arkadaşlarımdan çök ürken olmuştur: Saraçoğlu gibi olgun bir arkadaş bile bana:
İrticaya gideceklerdir, ben irticadan korkarım, demiştir. Saraçoğlu haklı çıktı. Ben irticanın bu ölçüde istismar edileceğini tahmin etmemiştim. Gerçi aşırı sağdan korkarım. Ama işin oraya vardırılacağını hakikaten düşünememişimdir.” (Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı)
Gerçek düşüncelerini ustalıkla saklayan Celal Bayar'lar, Refik Koraltan'lar, Adnan Menderes'ler iktidar olunca "Batılılaşma hastalığına, Batı illeti"ne tutuldular. Türkiye'yi "küçük Amerika" yapma sevdasına düştüler. Mustafa Kemal Atatürk'ün kapıdan kovduğu emperyalizmi bacadan içeriye aldılar. Türk ulusunun canı ve kanı pahasına elde ettiği ekonomik ve siyasal bağımsızlığını, ABD emperyalizmine altın tepsi içinde yeniden sundular. "Batı" denen şeyin sömürücü ve ülkeleri parçalayıcı yanını unuttular. Oysa Tanzimat'tan beri yaşanan bu "Batı yakınlaşması"nın gerçek yüzünü Kurtuluş Savaşı yıllarında görmüş olmaları gerekirdi.
Daha sonra da "Kökü dışarıda", "işbirlikçi", "vatan haini" suçlamalarıyla "tam bağımsızlık" isteyen aydınlara, gerçek yurtseverlere kan kusturdular. Aslında "kökü dışarıda" olan birileri varsa, o, DP yöneticilerinden başkası olamazdı. Çünkü sevgili yurdumuzu, şanlı bir Kurtuluş Savaşının ardından, ekonomisiyle, kültürüyle, siyasal yönetimiyle, Batı emperyalizmine kendileri teslim etmişlerdi. Kapitalist-emperyalist dış güçlerin buyruğuna kendileri girmişlerdi. Atatürk'ün başlattığı "devletçilik" yöntemiyle kalkınma, ulusal güçlere dayanarak çağdaş uygarlığı yakalama hedefini bir kenara atıp, Batı'nın "özel girişimcilik, serbest rekabet, liberalizm" uygulamalarını kendileri getirmişlerdi. Emperyalizme göbekten bağlanmışlardı.
Bu uygulamalarla, "Kemalizm"i ve Kemalizm'in ilkelerini can evinden vurdular.
SİYASAL İSLAMCILAR VE TAKIYYE (gizleme)
Daha sonraları, 1980 yönetimiyle üstü örtülü bir Atatürk düşmanlığı dönemi başladı. 'Büyük Atatürk, Yüce Atatürk...' diye diye, Atatürk'ün cumhuriyet kurumlarını birer birer yok ettiler.
Öğretim Birliği parçalandı. Dinci eğitim, laik eğitimin yerini aldı. Okullara zorunlu din dersleri konuldu. Tarikatlar, tekkeler yerden biter gibi çoğaldı. Nakşibendîlik Çankaya'ya değin tırmandı.
Çağdışı akımlar ve düşünceler bilimin önüne geçti. Bu alanda o kadar ileriye gidildi ki, "kadavra" ya don giydirilmesini savunan, karşı cinsi muayene etmek istemeyen doktorlar bile çıktı. 1988-1989 öğretim yılında ders kitaplarının kapaklarından Atatürk resimleri kaldırıldı.
O günlerde de kimse aldırmıyordu ama şeriat düzeninin temelleri devlet eliyle atılıyor, şeriat özlemcileri bir din devletine doğru koşar adımlarla ilerliyorlardı. Yine bugün olduğu gibi o günlerde de bu dinci kesimler "asıl amaçları"nı gözlerden uzak tutabilmek için "takıyye" yöntemini kullanıyorlardı.
Onlara göre, (yalan söylemek de geçerli olmak üzere) "nihai hedefe varana kadar, yani sonuca ulaşana kadar, her yöntem, her yol mubahtı..." (Hocanın Okulları, İÜ Basımevi, İstanbul 1988, s. 28) '
Şeriatçılar, demokrasiyi ve siyasal partileri, bir din devleti kurmak için kullanılması gereken araçlar olarak görüyorlardı. Bir İslamcı "mevcut düzenin olanaklarından sonuna kadar yararlanmasını" bilmeliydi. Bu konudaki görüşlerini Şevki Yılmaz şöyle açıklıyordu:
"Türkiye'de Müslümanları selamete çıkarmanın, hürriyete kavuşturmanın yolu, mevcut düzeni kullanmaktan geçer. Müslüman, bulunduğu mekânda, mevkide ve zamanda davası için düzeni kullanabilmelidir..." (Şevki Yılmaz, Taraf Dergisi, 1993)
Recep Tayyip Erdoğan da düzenin kullanılmasından yanaydı. Şunları söylüyordu:
“Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız.
Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz…”
Fethullah Gülen bir söyleşisinde takıyye konusundaki görüşlerini şöyle belirtiyordu:
"Taktik ve stratejiler söylenmez. Söylendiği an onun bir taktik olma hüviyeti ortadan kalkar. Stratejiler sadece tatbik edilir." ( Şemseddin Nuri, Küçük Dünyam)
Elbette takıyyeyi en iyi uygulayan tarikat liderlerinin başında Fethullah Gülen gelir. O, Nurculuğun 'ılımlı İslam' kanadının temsilcisidir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında İngilizlerin desteklediği Said Nursi, Kemalizm için nasıl bir tehlike idiyse, bugün de Amerikalıların desteklediği Fethullah Gülen aynı tehlikeyi sürdürmekte ve bu tehlike AKP iktidarı ile birlikte her geçen gün biraz daha büyümektedir.
Osmanlının son dönemlerinde başlayan şeriat yolculuğu günümüzde iyice hızlanmıştır.
Siyasal İslam bugün, pervasızca tam da emperyalizmin istediği gibi, uluslararası sermayeyle uyumlu, ABD ile kol kola girmiş, büyük bir pervasızlık içerisinde ulus devleti ve Kemalizm’i bitirmeye çalışmaktadır. Anayasadaki "Atatürk milliyetçiliği" kavramı ve Türk sözcükleri bile onları rahatsız etmektedir. Hedef ümmet toplumudur, İslam Cumhuriyetidir. Hedef, Türkiye'yi tarikatların ve küresel sermayenin birlikte yönettiği bir ülke durumuna getirmektir. AKP, ABD ve AB şeriat yolculuğuna son noktayı koymaya hazırlanmaktadırlar.
Son aylarda, ulusal ve sosyal devletin temellerini oluşturan Kemalizm’e, yargıya, orduya hem içten hem dıştan ağır saldırılar yapılmasının nedeni işte budur.
(MÜDAFAA-İ HUKUK DERGİSİ, Nisan 2010)
(ali-eralp@hotmail.com)
Ali Eralp- GÜMÜŞ ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 62
Yaş : 72
ŞEHİR : içel
Meslek : yazar
Öğrenim Durumu : üniversite
Aldığı Teşekkür : 23
Kayıt tarihi : 22/12/09
DENiZ YILDIZI :: YAZARLARIMIZ :: Ali ERALP :: Son Yazısı
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz