ASLOLAN İKTİDAR MÜCADELESİDİR, SÖZDE MUHALEFET DEĞİL...
DENiZ YILDIZI :: YAZARLARIMIZ :: Ali ERALP :: Son Yazısı
1 sayfadaki 1 sayfası
ASLOLAN İKTİDAR MÜCADELESİDİR, SÖZDE MUHALEFET DEĞİL...
ASLOLAN İKTİDAR MÜCADELESİDİR, SÖZDE MUHALEFET DEĞİL…
ALİ ERALP
Emekçiler, 33 yıl aradan sonra Taksim Meydanına girdiler. Taksim Meydanını teslim aldılar.
Siz bakmayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “Taksim'deki dostluk kardeşlik ve dayanışma tablosu, Türkiye'nin çetelerle mücadelesinin bir eseridir. Demokratikleşme mücadelesinin bir eseridir. Her şeyin zamanı var. Zamanı gelince de çözüyoruz…“ demesine.
Onun nasıl çözümler ürettiğini, soğuk kış gününde tekel işçilerini havuzlara atarken gördük, yaşadık. Onun nasıl bir demokratikleşme mücadelesi verdiğini 1 Mayıs 2009’da işçileri coplarken, yerlerde sürüklerken, yüzlerine biber gazı sıkarken gördük, yaşadık.
RTE, 2009’dan 2010 yılına gelinceye dek, insan haklarında ne gibi iyileşmeler, ne gibi gelişmeler gerçekleştirdi ki, şimdi demokrasiden, dostluk ve kardeşlikten söz ediyor? 2009 – 2010 arasında neyi değiştirdi de “Taksim’e giriş hakkı”nın, “demokrasi mücadelesinin bir eseri” olarak ortaya çıktığını ileri sürüyor?
1 Mayıs 2010 kutlamalarının Taksim’de yapılması, AKP’nin demokratikleşmesinin bir sonucu değildir. Hele hele bir lütuf, bir bağış hiç değildir. Kimse demokrasi havarisi kesilmesin. Kimse kimseyi kandırmasın.
Günümüzde ve bugünkü talan ortamında, kimsenin kimseye kara kaşı, kara gözü için hak vermeyeceğini artık çocuklar bile bilmektedir.
Çok yalın, kesin ve doğrulanmış bir kural vardır toplumların yaşamlarında: “Hak verilmez alınır…” İşte işçiler, bu denenmiş kuralı uygulayarak, bileklerinin gücü ile söke söke Taksim Meydanını halka açtılar. Direne direne Taksim Meydanına yürüdüler.
Başta tekel işçileri olmak üzere tüm emekçilerimizin birlik, bütünlük ve büyük bir dayanışma içerisinde gerçekleştirdikleri eylemler egemen güçlerin yüreğine korku salmıştır. Korku dağları beklemektedir. İnsanlık, tarih boyunca zalimlerle savaşarak, hak arayarak ilerlemeyi gerçekleştirmiştir.
Çünkü yaşam, mücadele demektir. Mücadele, yaşam demektir. Yaşam kötülüklerle, hayınlıklarla, sömürücülerle göğüs göğse, cephe cepheye gelmek demektir. Yaşam direnmektir.
Taksim’de yüz binler bu amaçla toplandılar. İşçiler, memurlar, gençler tek hedefte bütünleştiler. Altı konfederasyon yıllar sonra ilk kez tek vücut oldu.
1980’lerden sonra unutulan, unutturulmak istenen işçi-gençlik dayanışması, 1 Mayıs kutlamaları ile yeniden gerçekleşti. İşçi kardeşleriyle meydanlarda birleşip kenetlenen liseli, üniversiteli binlerce genç tek bir ağızdan ABD’yi, AKP’yi lanetleyen sloganlar attılar.
68’lerin gençlik-işçi dayanışmasını yeniden yaşadık. Yeniden anımsadık.
Tekel işçisi direniş kıvılcımını çakmıştır ve devrim süreci başlamıştır. Tekel çoban yıldızı, çoban ateşi olmuştur. Yol, yön göstermiştir. Yığınları tek hedefte birleştirmiştir.
Öncü, tekel işçisidir. Temel güç ulustur, halktır. Siyasal bilinç giderek artmaktadır. Türkiye değişim sürecine girmiştir.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
İşçiler Nazım Hikmet’in deyişi ile “Bir şafak vakti karanlığın kenarından, ağır ellerini toprağa basıp doğrulmak üzeredir.
DÖRT DEVRİM GERÇEKLEŞTİREN TOPLUM
Tarihin çarkı ileriye doğru dönmektedir. 1876,1908,1920,1960 devrimlerini gerçekleştiren bir toplum bir yenisini daha mutlaka gerçekleştirecektir.
Ne ki bazı aydınlarımız halka inanmamaktadır. Onun gücünü küçümsemektedir. “Bunlardan ne köy olur ne kasaba, bunlar gericileri başımıza getirerek, hem kendilerini yakıyorlar hem bizi …” demektedir.
Ama unutulan bir şey var, bu toplum, bağrından Namık Kemal’leri, Tevfik Fikret’leri, Nazım Hikmet’leri ve Mustafa Kemal’leri çıkarıp, yüzyıl içerisinde dört devrim yapmış bir toplumdur. Dünyanın neresinde görülmüştür böyle bir ulus, böyle bir halk?
Bu işbirlikçi yönetimin de mutlaka sonu gelecektir. Devrimcileri, demokratları, geniş halk yığınlarını bekleyen bugünkü öncelikli görev, Kemalist Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya çalışan bu hainler çetesinden ülkeyi kurtarmaktır.
İşçiler devrimci direnişin merkezine yerleşmişlerdir. İktidar mücadelesi vermektedirler. Hedeflerinde ABD emperyalizmi ve ortakları vardır. Ülkenin bölünmesine, parçalanmasına karşı çıkmakta ve bunu da eylem içerisinde tüm etnik unsurları birleştirerek yapmaktadırlar.
Ama ne yazık ki solcu kadrolar için bunu söyleyemiyoruz. Bu iktidar yürüyüşünde onlar birlik ve bütünlükten uzak bir görüntü sergilemektedirler.
Oysa Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi “Bir amaca doğru yürürken, kişisel düşünce ve çıkarları, bir tarafa bırakarak, el ele vermek icap eder; başarının sırrı budur. Unutulmamalıdır ki, bizlerin gerçek görevi toplumumuzun gelecekteki yüksek menfaatlerini sağlamaya çalışmaktır…”
Bu konuda Attila İlhan da şunları söylüyor:
"En büyük kötülük şu; Batı, son 50 sene içinde Türkiye'de küçük küçük siyasi guruplar ya­ratarak bizi birbirimize düşürdü. Hâlbuki her şeyden önce bunların birleşmesi lazım ki vatan dokusu oluşsun. Gazi'nin Ankara'da oluşunu bir düşünün. Gazi'nin bir tarafında Ziya GÖKALP vardı. Bir tarafında Yusuf AKÇURA, arkasında Mehmet Akif vardı ve Mustafa Suphi'yi de çağırmıştı. İslamcı, Türkçü, Kemalist ve Komünist hepsi bera­ber olmasaydı bu savaşı kazanamazdı. Şim­di de aynı espri içine girmemiz lazım.”
İşçi eylemleriyle birlikte Türkiye’de siyasal bilinç gelişmeye başlamıştır. Bu süreçte ışığımız, kılavuzumuz Atatürk’tür. O Ulusal Kurtuluş savaşına başlamadan önce ortak düşmanlara karşı birliği ve bütünlüğü nasıl sağlamışsa, biz de onun izinden giderek, bu kötü koşullardan, 21. yüzyılın bu işgal ortamından kurtulmak için ulusal birliği ve beraberliği sağlamak zorundayız.
Toparlanma, birleşme, tek hedefe odaklanma, iktidara yönelmek demektir. Temelinde ve hedefinde iktidarı amaç edinmeyen birlik, beraberlik çalışmaları ise sadece “Dostlar alışverişte görsün” girişimlerinden başka bir şey değildir.
Birleşme, bütünleşme birbirinin benzeri örgütlerin ideolojik, politik, örgütsel uyum içerisinde tek çatı altında toplanması ile gerçekleşebileceği gibi, “güç birliği” yapılarak da yaşama geçirilebilir.
Birbirinin benzeri partilerin tek çatı altında toplanması bugünkü ortamda uzak bir olasılık gibi görünüyor. Bu durumda eylem ve güç birliğinin oluşturulması acil bir görev olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette işçi sınıfının öncü rolünü ve eylem yeteneğini temel almak, göz ardı etmemek koşulu ile.
Konuyu netleştirmek istersek:
ABD’yi, AB’yi emperyalist devlet olarak kabul eden, tam bağımsızlığı savunan, emperyalizmle hiçbir alanda uzlaşmayan partiler, gruplar, bireyler farklılıkları, ayrıntıları sonradan tartışmak üzere bir kenara bırakıp, güç birliği temelinde bir araya gelmelidirler. Tarihimizin kurtuluşçu, aydınlanmacı geçmişine ve önderlerine sahip çıkan örgütler birlik beraberlik ekseninde birleşip bütünleşerek, kendilerine düşen görevi yerine getirmelidirler.
ASLOLAN İKTİDAR MÜCADELESİDİR
Krizlerin çözümü devrimdir. Devrim ise ancak “iktidar mücadelesi ile gerçekleşebilir. Aslolan iktidar mücadelesidir…
Muhalefette kalmak, muhalefete mahkûm olmak, devrimci mücadeleyi dört duvar arasına hapsetmek, direnişlerden ve eylemlerden uzak, her şeyi laf kalabalığı ile sadece konuşarak, eleştirerek çözümlemeye çalışmak, yani kısaca “sözde muhalefet”le yetinmek, vakit öldürmekten başka bir şey değildir. Bu ülkeyi Cumhuriyet yıkıcılarından, vatan satıcılarından kurtarmak istiyorsak eğer, iktidar olma mücadelesine halkımızla birlikte omuz vermek zorundayız. Ancak bu yolla “sözde muhalefet”in yerine “gerçek muhalefeti” geçirebiliriz.
Mustafa Kemal’ler, Castro’lar, Chavez’ler düşüncelerini yaptıkları ile birleştirdikleri için, yani kısaca teori-pratik bütünlüğü sağladıkları için başardılar.
Onlar önce ideoloji planında hedeflerini belirlediler ve sonra uygulama aşamasına geçtiler. Daha öğrencilik yıllarında Mustafa Kemal “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı” demişti. Elbette sosyalist değildi o. Ama araştırıyordu. Yolunu yönünü bulmaya çalışıyordu.
Mustafa Kemal, ideolojisini “tam bağımsızlık” ilkesi üzerine kurmuştu. Gerçekleştirmek istediği ikinci değişim ise saltanat ve hilafetin yerine Cumhuriyeti kurmaktı. Hedefinde emperyalist güçler vardı. Daha Samsun’a çıkmadan önce, denizlerimize giren düşman donanmaları için söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü, onun bu konudaki kararlılığını ortaya koyması açısından çok önemli bir ipucudur.
Devrimin adresini saptamıştı. Gideceği yeri çok iyi biliyordu. Düşüncelerini eylem alanına aktarabilmek için Anadolu’ya geçmesi gerekiyordu. Çünkü o bir eylem adamıydı. Gerektiğinde tüm resmi sıfatlarını, görevlerini, giysilerini fırlatıp atabilecek bir yapıya sahipti. “Hatay krizi” yıllarında Hasan Rıza Soyak’a söylediği şu sözler onun bu yanını çok iyi ortaya koyuyordu:
“Eğer diplomatik yolla halledemezsem, yapacağım şey Cumhurbaşkanlığından hatta milletvekilliğinden istifa etmektir. O zaman, resmi bir görevim kalmaz, sivil bir fert olarak Hatay’a gider tıpkı Samsun’a gittiğimde olduğu gibi milis kuvvetlerin başına geçerim ve bu uğurda savaşırım ama sonunda mutlaka başarırım...”
Yine o, Osmanlının 1. Dünya savaşından yenik çıkacağını anlayınca, daha savaş devam ederken, düşman işgaline karşı gelecekte nasıl karşı koyacağını düşünüyordu. Çünkü onun kitabında “teslim olmak” diye bir kavram yoktu. Bu nedenle Kürt liderlerinden Mehmet Bey’e, “Mehmet Bey, bir gün bu taraflara gelirsem, Hazro Dağları beni saklar mı?” diye sormuştu. Aynı soruyu DersimMebusu Diyab Ağa’ya da yöneltmişti:
“Şayet Ankara’dan çıkarak Dersim’e gelsem, mücadelemizi başa çıkarmak için yüksek dağlarınız ve büyük mağaralarınız var mıdır?” (Kemalist Devrim- 4, Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, Kaynak Yayınları, Doğu Perinçek)
Olayların ve tarihin peşinden sürüklenme, “bekleyip görme” siyaseti devrimci harekete hiçbir şey kazandırmaz.
İktidar mücadelesi uzun, ince, zahmetli bir yoldur. Dikenlerle, çalılıklarla kaplıdır. Baskılar karşısında boyun eğmek, gerilemek çözüm değildir. Zorluklar, engeller ancak aktif mücadele ile aşılabilir.
İşte Mustafa Kemal’i, Mustafa Kemal yapan bu devrimci pratik, eylem anlayışıdır.
Onun ölümünden sonra CHP’yi ve bazı sol kadroları 1923 devriminden koparan, emperyalizme ve gerici çevrelere yaklaştırıp, ülkenin adım adım yarı bağımlı bir yapıya dönüşmesine neden olan şey, bu atılımcı, mücadeleci, devrimci niteliklerin onlarda bulunmayışından kaynaklanmaktadır.
1950’den bu yana sol, bu nedenle iktidar yüzü görmemiştir…
(MÜDAFAA-İ HUKUK DERGİSİ, Haziran 2010)
(ali-eralp@hotmail.com)
ALİ ERALP
Emekçiler, 33 yıl aradan sonra Taksim Meydanına girdiler. Taksim Meydanını teslim aldılar.
Siz bakmayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “Taksim'deki dostluk kardeşlik ve dayanışma tablosu, Türkiye'nin çetelerle mücadelesinin bir eseridir. Demokratikleşme mücadelesinin bir eseridir. Her şeyin zamanı var. Zamanı gelince de çözüyoruz…“ demesine.
Onun nasıl çözümler ürettiğini, soğuk kış gününde tekel işçilerini havuzlara atarken gördük, yaşadık. Onun nasıl bir demokratikleşme mücadelesi verdiğini 1 Mayıs 2009’da işçileri coplarken, yerlerde sürüklerken, yüzlerine biber gazı sıkarken gördük, yaşadık.
RTE, 2009’dan 2010 yılına gelinceye dek, insan haklarında ne gibi iyileşmeler, ne gibi gelişmeler gerçekleştirdi ki, şimdi demokrasiden, dostluk ve kardeşlikten söz ediyor? 2009 – 2010 arasında neyi değiştirdi de “Taksim’e giriş hakkı”nın, “demokrasi mücadelesinin bir eseri” olarak ortaya çıktığını ileri sürüyor?
1 Mayıs 2010 kutlamalarının Taksim’de yapılması, AKP’nin demokratikleşmesinin bir sonucu değildir. Hele hele bir lütuf, bir bağış hiç değildir. Kimse demokrasi havarisi kesilmesin. Kimse kimseyi kandırmasın.
Günümüzde ve bugünkü talan ortamında, kimsenin kimseye kara kaşı, kara gözü için hak vermeyeceğini artık çocuklar bile bilmektedir.
Çok yalın, kesin ve doğrulanmış bir kural vardır toplumların yaşamlarında: “Hak verilmez alınır…” İşte işçiler, bu denenmiş kuralı uygulayarak, bileklerinin gücü ile söke söke Taksim Meydanını halka açtılar. Direne direne Taksim Meydanına yürüdüler.
Başta tekel işçileri olmak üzere tüm emekçilerimizin birlik, bütünlük ve büyük bir dayanışma içerisinde gerçekleştirdikleri eylemler egemen güçlerin yüreğine korku salmıştır. Korku dağları beklemektedir. İnsanlık, tarih boyunca zalimlerle savaşarak, hak arayarak ilerlemeyi gerçekleştirmiştir.
Çünkü yaşam, mücadele demektir. Mücadele, yaşam demektir. Yaşam kötülüklerle, hayınlıklarla, sömürücülerle göğüs göğse, cephe cepheye gelmek demektir. Yaşam direnmektir.
Taksim’de yüz binler bu amaçla toplandılar. İşçiler, memurlar, gençler tek hedefte bütünleştiler. Altı konfederasyon yıllar sonra ilk kez tek vücut oldu.
1980’lerden sonra unutulan, unutturulmak istenen işçi-gençlik dayanışması, 1 Mayıs kutlamaları ile yeniden gerçekleşti. İşçi kardeşleriyle meydanlarda birleşip kenetlenen liseli, üniversiteli binlerce genç tek bir ağızdan ABD’yi, AKP’yi lanetleyen sloganlar attılar.
68’lerin gençlik-işçi dayanışmasını yeniden yaşadık. Yeniden anımsadık.
Tekel işçisi direniş kıvılcımını çakmıştır ve devrim süreci başlamıştır. Tekel çoban yıldızı, çoban ateşi olmuştur. Yol, yön göstermiştir. Yığınları tek hedefte birleştirmiştir.
Öncü, tekel işçisidir. Temel güç ulustur, halktır. Siyasal bilinç giderek artmaktadır. Türkiye değişim sürecine girmiştir.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
İşçiler Nazım Hikmet’in deyişi ile “Bir şafak vakti karanlığın kenarından, ağır ellerini toprağa basıp doğrulmak üzeredir.
DÖRT DEVRİM GERÇEKLEŞTİREN TOPLUM
Tarihin çarkı ileriye doğru dönmektedir. 1876,1908,1920,1960 devrimlerini gerçekleştiren bir toplum bir yenisini daha mutlaka gerçekleştirecektir.
Ne ki bazı aydınlarımız halka inanmamaktadır. Onun gücünü küçümsemektedir. “Bunlardan ne köy olur ne kasaba, bunlar gericileri başımıza getirerek, hem kendilerini yakıyorlar hem bizi …” demektedir.
Ama unutulan bir şey var, bu toplum, bağrından Namık Kemal’leri, Tevfik Fikret’leri, Nazım Hikmet’leri ve Mustafa Kemal’leri çıkarıp, yüzyıl içerisinde dört devrim yapmış bir toplumdur. Dünyanın neresinde görülmüştür böyle bir ulus, böyle bir halk?
Bu işbirlikçi yönetimin de mutlaka sonu gelecektir. Devrimcileri, demokratları, geniş halk yığınlarını bekleyen bugünkü öncelikli görev, Kemalist Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya çalışan bu hainler çetesinden ülkeyi kurtarmaktır.
İşçiler devrimci direnişin merkezine yerleşmişlerdir. İktidar mücadelesi vermektedirler. Hedeflerinde ABD emperyalizmi ve ortakları vardır. Ülkenin bölünmesine, parçalanmasına karşı çıkmakta ve bunu da eylem içerisinde tüm etnik unsurları birleştirerek yapmaktadırlar.
Ama ne yazık ki solcu kadrolar için bunu söyleyemiyoruz. Bu iktidar yürüyüşünde onlar birlik ve bütünlükten uzak bir görüntü sergilemektedirler.
Oysa Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi “Bir amaca doğru yürürken, kişisel düşünce ve çıkarları, bir tarafa bırakarak, el ele vermek icap eder; başarının sırrı budur. Unutulmamalıdır ki, bizlerin gerçek görevi toplumumuzun gelecekteki yüksek menfaatlerini sağlamaya çalışmaktır…”
Bu konuda Attila İlhan da şunları söylüyor:
"En büyük kötülük şu; Batı, son 50 sene içinde Türkiye'de küçük küçük siyasi guruplar ya­ratarak bizi birbirimize düşürdü. Hâlbuki her şeyden önce bunların birleşmesi lazım ki vatan dokusu oluşsun. Gazi'nin Ankara'da oluşunu bir düşünün. Gazi'nin bir tarafında Ziya GÖKALP vardı. Bir tarafında Yusuf AKÇURA, arkasında Mehmet Akif vardı ve Mustafa Suphi'yi de çağırmıştı. İslamcı, Türkçü, Kemalist ve Komünist hepsi bera­ber olmasaydı bu savaşı kazanamazdı. Şim­di de aynı espri içine girmemiz lazım.”
İşçi eylemleriyle birlikte Türkiye’de siyasal bilinç gelişmeye başlamıştır. Bu süreçte ışığımız, kılavuzumuz Atatürk’tür. O Ulusal Kurtuluş savaşına başlamadan önce ortak düşmanlara karşı birliği ve bütünlüğü nasıl sağlamışsa, biz de onun izinden giderek, bu kötü koşullardan, 21. yüzyılın bu işgal ortamından kurtulmak için ulusal birliği ve beraberliği sağlamak zorundayız.
Toparlanma, birleşme, tek hedefe odaklanma, iktidara yönelmek demektir. Temelinde ve hedefinde iktidarı amaç edinmeyen birlik, beraberlik çalışmaları ise sadece “Dostlar alışverişte görsün” girişimlerinden başka bir şey değildir.
Birleşme, bütünleşme birbirinin benzeri örgütlerin ideolojik, politik, örgütsel uyum içerisinde tek çatı altında toplanması ile gerçekleşebileceği gibi, “güç birliği” yapılarak da yaşama geçirilebilir.
Birbirinin benzeri partilerin tek çatı altında toplanması bugünkü ortamda uzak bir olasılık gibi görünüyor. Bu durumda eylem ve güç birliğinin oluşturulması acil bir görev olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette işçi sınıfının öncü rolünü ve eylem yeteneğini temel almak, göz ardı etmemek koşulu ile.
Konuyu netleştirmek istersek:
ABD’yi, AB’yi emperyalist devlet olarak kabul eden, tam bağımsızlığı savunan, emperyalizmle hiçbir alanda uzlaşmayan partiler, gruplar, bireyler farklılıkları, ayrıntıları sonradan tartışmak üzere bir kenara bırakıp, güç birliği temelinde bir araya gelmelidirler. Tarihimizin kurtuluşçu, aydınlanmacı geçmişine ve önderlerine sahip çıkan örgütler birlik beraberlik ekseninde birleşip bütünleşerek, kendilerine düşen görevi yerine getirmelidirler.
ASLOLAN İKTİDAR MÜCADELESİDİR
Krizlerin çözümü devrimdir. Devrim ise ancak “iktidar mücadelesi ile gerçekleşebilir. Aslolan iktidar mücadelesidir…
Muhalefette kalmak, muhalefete mahkûm olmak, devrimci mücadeleyi dört duvar arasına hapsetmek, direnişlerden ve eylemlerden uzak, her şeyi laf kalabalığı ile sadece konuşarak, eleştirerek çözümlemeye çalışmak, yani kısaca “sözde muhalefet”le yetinmek, vakit öldürmekten başka bir şey değildir. Bu ülkeyi Cumhuriyet yıkıcılarından, vatan satıcılarından kurtarmak istiyorsak eğer, iktidar olma mücadelesine halkımızla birlikte omuz vermek zorundayız. Ancak bu yolla “sözde muhalefet”in yerine “gerçek muhalefeti” geçirebiliriz.
Mustafa Kemal’ler, Castro’lar, Chavez’ler düşüncelerini yaptıkları ile birleştirdikleri için, yani kısaca teori-pratik bütünlüğü sağladıkları için başardılar.
Onlar önce ideoloji planında hedeflerini belirlediler ve sonra uygulama aşamasına geçtiler. Daha öğrencilik yıllarında Mustafa Kemal “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı” demişti. Elbette sosyalist değildi o. Ama araştırıyordu. Yolunu yönünü bulmaya çalışıyordu.
Mustafa Kemal, ideolojisini “tam bağımsızlık” ilkesi üzerine kurmuştu. Gerçekleştirmek istediği ikinci değişim ise saltanat ve hilafetin yerine Cumhuriyeti kurmaktı. Hedefinde emperyalist güçler vardı. Daha Samsun’a çıkmadan önce, denizlerimize giren düşman donanmaları için söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü, onun bu konudaki kararlılığını ortaya koyması açısından çok önemli bir ipucudur.
Devrimin adresini saptamıştı. Gideceği yeri çok iyi biliyordu. Düşüncelerini eylem alanına aktarabilmek için Anadolu’ya geçmesi gerekiyordu. Çünkü o bir eylem adamıydı. Gerektiğinde tüm resmi sıfatlarını, görevlerini, giysilerini fırlatıp atabilecek bir yapıya sahipti. “Hatay krizi” yıllarında Hasan Rıza Soyak’a söylediği şu sözler onun bu yanını çok iyi ortaya koyuyordu:
“Eğer diplomatik yolla halledemezsem, yapacağım şey Cumhurbaşkanlığından hatta milletvekilliğinden istifa etmektir. O zaman, resmi bir görevim kalmaz, sivil bir fert olarak Hatay’a gider tıpkı Samsun’a gittiğimde olduğu gibi milis kuvvetlerin başına geçerim ve bu uğurda savaşırım ama sonunda mutlaka başarırım...”
Yine o, Osmanlının 1. Dünya savaşından yenik çıkacağını anlayınca, daha savaş devam ederken, düşman işgaline karşı gelecekte nasıl karşı koyacağını düşünüyordu. Çünkü onun kitabında “teslim olmak” diye bir kavram yoktu. Bu nedenle Kürt liderlerinden Mehmet Bey’e, “Mehmet Bey, bir gün bu taraflara gelirsem, Hazro Dağları beni saklar mı?” diye sormuştu. Aynı soruyu DersimMebusu Diyab Ağa’ya da yöneltmişti:
“Şayet Ankara’dan çıkarak Dersim’e gelsem, mücadelemizi başa çıkarmak için yüksek dağlarınız ve büyük mağaralarınız var mıdır?” (Kemalist Devrim- 4, Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, Kaynak Yayınları, Doğu Perinçek)
Olayların ve tarihin peşinden sürüklenme, “bekleyip görme” siyaseti devrimci harekete hiçbir şey kazandırmaz.
İktidar mücadelesi uzun, ince, zahmetli bir yoldur. Dikenlerle, çalılıklarla kaplıdır. Baskılar karşısında boyun eğmek, gerilemek çözüm değildir. Zorluklar, engeller ancak aktif mücadele ile aşılabilir.
İşte Mustafa Kemal’i, Mustafa Kemal yapan bu devrimci pratik, eylem anlayışıdır.
Onun ölümünden sonra CHP’yi ve bazı sol kadroları 1923 devriminden koparan, emperyalizme ve gerici çevrelere yaklaştırıp, ülkenin adım adım yarı bağımlı bir yapıya dönüşmesine neden olan şey, bu atılımcı, mücadeleci, devrimci niteliklerin onlarda bulunmayışından kaynaklanmaktadır.
1950’den bu yana sol, bu nedenle iktidar yüzü görmemiştir…
(MÜDAFAA-İ HUKUK DERGİSİ, Haziran 2010)
(ali-eralp@hotmail.com)
Ali Eralp- GÜMÜŞ ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 62
Yaş : 72
ŞEHİR : içel
Meslek : yazar
Öğrenim Durumu : üniversite
Aldığı Teşekkür : 23
Kayıt tarihi : 22/12/09
DENiZ YILDIZI :: YAZARLARIMIZ :: Ali ERALP :: Son Yazısı
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz