KABOTAJ BAYRAMI, ERGENEKON, AH! AAAAH!
1 sayfadaki 1 sayfası
KABOTAJ BAYRAMI, ERGENEKON, AH! AAAAH!
Bu gün 1 Temmuz 2008.
Kadıköy iskelesinin hemen yanındaki bir çay bahçesinde oturup, denizi seyrediyorum. Bu gün kabotaj bayramı.
Ama etrafta günün anlamını vurgulayacak en ufak bir etkinlik yok….
Bir yandan da ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki, deniz
kokusu yani, iyotla karışık bu koku, insan bedeninde müthiş yararlar sağlıyor.
Sakinleştirici etkisi ise çok yoğun.
Malum kuzey ülkelerinde 6 ay gece 6 ay gündüz yaşanır. O gece olduğu dönemlerde, ,İnsanlarda
yaygın bir şekilde depresyon görülüyor.
Ve bunu yok etmek için deniz klinikleri kuruyorlar. Bu kliniklerde, küçük odalarda, yapay olarak deniz
kokusu veriliyor insanlara. Ve bu uygulamanın bir süre sonrasında, görülüyor ki
o depresiv halleri ortadan kalkıyor.
Bizler ne kadar şanslıyız ki, ülkemizin üç bir yanı deniz…
Ama ne var ki gün geçtikçe, tüm yurttaşlarımızı saran depresiv hal gittikçe yoğunlaşıyor.
“Denizin kokusunu damı özelleştirdiler” ne diye düşünmeden de edemiyorum…
Gözlerim yavaş yavaş, hiç de istemeden Haydarpaşa binasına ve onun az ötesindeki Haydarpaşa limanına
kayıyor.
Çok yakında, burası da el bilmem kimlere gidecek/ mi acaba?
Bu gün kabotaj bayramı
Birden içime bir sızı düştü o an.
Babacığım anlatmıştı. 1920 li yılların hemen başında, Babaannem, halam (10 yaşında), Babamla( 6
yaşında) İskenderun’a gitmeleri gerekiyor.
Uzun bir süre nasıl gidecekleri konusunda bir yol bulamıyorlar ve sonuçta deniz yolunun en sağlıklı
olduğuna karar vererek hazırlıklara başlıyorlar.
O tarihlerde, ülkemizin hemen hemen tümü gibi karasularımız üzerinde de hiçbir hakkımız
yoktu.
İşgal güçleri her kritik nokta gibi limanlarımıza ve karasularımızdaki gemi seferlerine de
kısıtlama getirmiş kuş uçurtmuyorlardı.
Sonuçta Babaannem yanındaki iki çocuğuyla beraber, pasaportla ( evet yanlış okumadınız, kendi ülkesine ait sularda pasaportla) ve bir İtalyan gemisi ile yola çıkıyorlar.
Ege ye açıldıktan kısa bir süre sonra, Yunan askerleri gemiyi esir alıyor ve Pire limanına çekiyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, tüm ulusalcıları, vatanseverleri Anadolu da topladığını ve büyük bir ulusal
mücadele için hazırlık yaptığını bildiklerinden, gemide acaba Atatürk’ e katılmak üzere giden asker var mıydı? Veya bu ulusal mücadele için İstanbul’daki yabancılara ait depolardan çalınan silahları mı götürüyorlardı?
İşte bu endişelerle, gemiyi tam bir buçuk ay Pire limanında tutan Yunan askerleri, gemiye en ufak bir yiyecek ve zorunlu ihtiyaç ikmali yapmadıkları gibi, gemide bulunan çocukları sıkıştırarak, gemide asker olup olmadığını soruyorlar. Bunu yaparken de tüfeklerine takılı olan süngülerle çocukların bacaklarını kesmeyi de ihmal etmiyorlar.
( Babamın bacağındaki süngü kesiklerinin izleri ölümüne kadar hep dururdu bacaklarında) Arada bir olan bitenleri gördükçe, sessiz sedasız, usulca paçasını sıvar ve o izlere bakar, öyle içten bir “ah!” çekerdi ki…
İşte gözüm Haydarpaşa limanına kaydığında aklıma gene bu olay geldi.
Limanlarımız, birer birer sözüm ona özelleştirme adıyla yabancılara veriliyor. Türk bandıralı gemi sayımız ise giderek düşüyor.
Kendi kendime: “Acaba bizler de mi bir süre sonra kendi karasularımızda, pasaportla yolculuk etmek zorunda kalacağız.”
Diye geçirdim ve tüylerim diken diken oldu.
Hayır, dedim olamaz çünkü bugün 1 Temmuz kabotaj bayramı.
1926 yılında Deniz taşımacılığına ve ticaretine ilişkin esasları düzenleyen Kabotaj Kanunu yürürlüğe girmişti artık korkacak bir şey yoktu. ( mu acaba?)
Bu kanunla kısaca, karasularımızdaki egemenlik hakkımız kabul edilip, karşı olaylar için yaptırımlar getirildi..
Ama Ortalarda kimseler yok…
Bu bayram çoktan diğer pek çok değerimiz gibi unutulmuş gitmiş.
Hiç kimse bilmiyor, pasaportla ve yabancı bir gemi ile ülke içinde yolculuk yapmanın ne demek olduğunu.
Birden, Babacığımın bacaklarındaki o izler geldi gözümün önüne ve öylesine için yanarak bir ah! dedim ki….
Hemen yan masada oturan genç bir hanımın dikkatini çekmiş olacak ki, bana dönerek
- Affedersiniz, bir rahatsızlığınız mı var, yardım edebilir miyim?
Diye sordu.
Önce “hayır”diyecektim ama sonradan vaz geçtim ve içimdeki sıkıntıyı aynen paylaştım.
Biraz sonra masama davet ettim ve konuşmaya daldık.
O sırada, çay bahçesindeki televizyonu açtı garsonlardan biri.
O da ne?
Gene birçok kişi gözaltına alınmış… Ergenekon soruşturması kapsamında...
Hepimiz dikkat kesildik ve dinlemeye başladık.
Arada, az önce çayını yudumlayanlardan bazılar “oh olsun” veya “ya, abi ne yapıyor bunlar” gibi… eleştirilere başlamışlardı.
Tam da o sırada hanımın yanında sessizce oturan oğlu annesine dönerek
- Anneciğim, benim kafam çok karıştı…
Dedi.
Annesi de hemen:
- Neden oğlum?
Diye sorunca
- Anneciğim bu yıl sınıfta öğretmenimiz bize Ergenekon destanını anlattı. Çok etkilendik hepimiz. Harika bir şeydi doğrusu…
- Ne güzel oğlum. Evet, Ergenekon, Türklerin büyük destanıdır Çok eski yıllarda, Orta Asya’daki Türk boylarını, silahla yenemeyeceklerini anlayan düşmanları, Türkleri kandırarak büyük bir yenilgiye uğratırlar. Daha
sonra Türkler yılmadan Ergenekon dedikleri bölgeye yerleşirler. Birkaç yüz yıl sonra da bu yeni yurtlarında nüfusları artınca, bu yurtlarından başka da etraflarında çok güzel yurtlar olduğunu duyarak Ergenekon’dan ayrılırlar ve bir
zaman onları kandırarak yenen düşmanlarıyla çarpışıp onları alt ederler… Böylece Türkler, Ergenekondan çıkar ve yayılmaya başlarlar... Ama ben hala senin kafanı karıştıranın ne olduğunu anlamadım.
Diye yanıtladı..
Bir an annesiyle gözgöze geldik.İkimizi de bir endişe sarmıştı. Çocuk o sıra televizyonda “son dakika” diye vurgulanarak ve kırmızı ekran çerçevesi içinde verilen “Ergenekon kapsamında 24 kişi, hem de aralarında orgenerallerin de bulunduğu 24 kişinin gözaltına alındığı haberi ile, kafasının içindeki Ergenekon destanıyla ilgili bilgilerin çatışmasını yaşadığı çok açıktı.
Biz, bu durumu acaba nasıl açıklayabiliriz diye düşünürken küçük oğlan sürdürdü sözünü,
- Anneciğim acaba öğretmenimiz bize yalan söylemiş olabilir mi?
Eyvah, işler daha da zorlaşacak gibi görünüyordu. Hiç sesimi çıkartmadan, anne oğul arasındaki konuşmayı izliyordum.
- O ne demek oğlum, hiç olurmu öyle şey...
Kesinlikle öyle bir şey yapmamıştır. Öğretmenler, tüm çocuklara, sınıflarına, yaşlarına göre,
bilmeleri gereken tüm bilgileri aktarırlar. Hem de bunu ülkemizin bazı yerlerinde çok büyük fedakârlıklarla yaparlar. O yüzden yalan söylemek ile öğretmenlik asla bağdaşmaz, öğretmenler yalan söylemez.
- İyi ama anneciğim,eğer Ergenekon destanı böyle büyük,çok anlamlı bir destansa neden şimdi ondan dolayı birçok kişiyi polis götürüyor.
Burada annenin de kafası iyice karıştı. Çocuğunun dedikleri o kadar doğruydu ki. Şimdi ne dese, olup bitenleri nasıl açıklasaydı acaba çocuğuna.
Kafasında evirdi çevirdi, net bir yanıt bulabilmek için zaman kazanmaya çalışarak
- Bak oğlum istersen şimdi biraz oyna, sonra eve gidince babanla beraber bu konuyu hep beraber konuşuruz.
Hayır, çocuk bu yanıttan dolayı hiç de tatmin olmuş görünmüyordu…
Kısa bir süre sonra kalkmam gerekiyordu… İzin isteyip kalktım ve anneye de “Allah kolaylık versin, işiniz zor” der gibi hafifçe sırtına dokundum ve oradan ayrıldım…
Haydarpaşa limanını, Kadıköy iskelesini, Henüz çok şükür ki özelleştirilmemiş olan deniz kokusunu ardımda bırakarak…
Evime geldikten sonra bir düşüncedir aldı. O aydın anne küçücük çocuğuna Ergenekon’u nasıl izah etmişti acaba?
Destan olarak mı yoksa kesinlikle günümüze kadar uygulanmayan, bir ön soruşturmaya verilen isim olarakmı?
Öyle ya, ön soruşturmalar tarih ve numaralarla adlandırılırdı.
Bundan da başka oğluna, devleti yanlış yönetenlerin, kendisini ve hatta onun da çocuğunun geleceğini ipotek altına aldığını da anlatmış mıydı?
Kim bilir her gün bu ve benzeri kaç soruyu daha yanıtlaması gerekecekti?
Keşke şu an yine deniz kıyısında olsam da, o iyotla karışık kokuyu, ciğerlerimin her köşesine kadar
iyice bir doldurabilsem…
Ah! Aaaah!
Kadıköy iskelesinin hemen yanındaki bir çay bahçesinde oturup, denizi seyrediyorum. Bu gün kabotaj bayramı.
Ama etrafta günün anlamını vurgulayacak en ufak bir etkinlik yok….
Bir yandan da ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki, deniz
kokusu yani, iyotla karışık bu koku, insan bedeninde müthiş yararlar sağlıyor.
Sakinleştirici etkisi ise çok yoğun.
Malum kuzey ülkelerinde 6 ay gece 6 ay gündüz yaşanır. O gece olduğu dönemlerde, ,İnsanlarda
yaygın bir şekilde depresyon görülüyor.
Ve bunu yok etmek için deniz klinikleri kuruyorlar. Bu kliniklerde, küçük odalarda, yapay olarak deniz
kokusu veriliyor insanlara. Ve bu uygulamanın bir süre sonrasında, görülüyor ki
o depresiv halleri ortadan kalkıyor.
Bizler ne kadar şanslıyız ki, ülkemizin üç bir yanı deniz…
Ama ne var ki gün geçtikçe, tüm yurttaşlarımızı saran depresiv hal gittikçe yoğunlaşıyor.
“Denizin kokusunu damı özelleştirdiler” ne diye düşünmeden de edemiyorum…
Gözlerim yavaş yavaş, hiç de istemeden Haydarpaşa binasına ve onun az ötesindeki Haydarpaşa limanına
kayıyor.
Çok yakında, burası da el bilmem kimlere gidecek/ mi acaba?
Bu gün kabotaj bayramı
Birden içime bir sızı düştü o an.
Babacığım anlatmıştı. 1920 li yılların hemen başında, Babaannem, halam (10 yaşında), Babamla( 6
yaşında) İskenderun’a gitmeleri gerekiyor.
Uzun bir süre nasıl gidecekleri konusunda bir yol bulamıyorlar ve sonuçta deniz yolunun en sağlıklı
olduğuna karar vererek hazırlıklara başlıyorlar.
O tarihlerde, ülkemizin hemen hemen tümü gibi karasularımız üzerinde de hiçbir hakkımız
yoktu.
İşgal güçleri her kritik nokta gibi limanlarımıza ve karasularımızdaki gemi seferlerine de
kısıtlama getirmiş kuş uçurtmuyorlardı.
Sonuçta Babaannem yanındaki iki çocuğuyla beraber, pasaportla ( evet yanlış okumadınız, kendi ülkesine ait sularda pasaportla) ve bir İtalyan gemisi ile yola çıkıyorlar.
Ege ye açıldıktan kısa bir süre sonra, Yunan askerleri gemiyi esir alıyor ve Pire limanına çekiyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, tüm ulusalcıları, vatanseverleri Anadolu da topladığını ve büyük bir ulusal
mücadele için hazırlık yaptığını bildiklerinden, gemide acaba Atatürk’ e katılmak üzere giden asker var mıydı? Veya bu ulusal mücadele için İstanbul’daki yabancılara ait depolardan çalınan silahları mı götürüyorlardı?
İşte bu endişelerle, gemiyi tam bir buçuk ay Pire limanında tutan Yunan askerleri, gemiye en ufak bir yiyecek ve zorunlu ihtiyaç ikmali yapmadıkları gibi, gemide bulunan çocukları sıkıştırarak, gemide asker olup olmadığını soruyorlar. Bunu yaparken de tüfeklerine takılı olan süngülerle çocukların bacaklarını kesmeyi de ihmal etmiyorlar.
( Babamın bacağındaki süngü kesiklerinin izleri ölümüne kadar hep dururdu bacaklarında) Arada bir olan bitenleri gördükçe, sessiz sedasız, usulca paçasını sıvar ve o izlere bakar, öyle içten bir “ah!” çekerdi ki…
İşte gözüm Haydarpaşa limanına kaydığında aklıma gene bu olay geldi.
Limanlarımız, birer birer sözüm ona özelleştirme adıyla yabancılara veriliyor. Türk bandıralı gemi sayımız ise giderek düşüyor.
Kendi kendime: “Acaba bizler de mi bir süre sonra kendi karasularımızda, pasaportla yolculuk etmek zorunda kalacağız.”
Diye geçirdim ve tüylerim diken diken oldu.
Hayır, dedim olamaz çünkü bugün 1 Temmuz kabotaj bayramı.
1926 yılında Deniz taşımacılığına ve ticaretine ilişkin esasları düzenleyen Kabotaj Kanunu yürürlüğe girmişti artık korkacak bir şey yoktu. ( mu acaba?)
Bu kanunla kısaca, karasularımızdaki egemenlik hakkımız kabul edilip, karşı olaylar için yaptırımlar getirildi..
Ama Ortalarda kimseler yok…
Bu bayram çoktan diğer pek çok değerimiz gibi unutulmuş gitmiş.
Hiç kimse bilmiyor, pasaportla ve yabancı bir gemi ile ülke içinde yolculuk yapmanın ne demek olduğunu.
Birden, Babacığımın bacaklarındaki o izler geldi gözümün önüne ve öylesine için yanarak bir ah! dedim ki….
Hemen yan masada oturan genç bir hanımın dikkatini çekmiş olacak ki, bana dönerek
- Affedersiniz, bir rahatsızlığınız mı var, yardım edebilir miyim?
Diye sordu.
Önce “hayır”diyecektim ama sonradan vaz geçtim ve içimdeki sıkıntıyı aynen paylaştım.
Biraz sonra masama davet ettim ve konuşmaya daldık.
O sırada, çay bahçesindeki televizyonu açtı garsonlardan biri.
O da ne?
Gene birçok kişi gözaltına alınmış… Ergenekon soruşturması kapsamında...
Hepimiz dikkat kesildik ve dinlemeye başladık.
Arada, az önce çayını yudumlayanlardan bazılar “oh olsun” veya “ya, abi ne yapıyor bunlar” gibi… eleştirilere başlamışlardı.
Tam da o sırada hanımın yanında sessizce oturan oğlu annesine dönerek
- Anneciğim, benim kafam çok karıştı…
Dedi.
Annesi de hemen:
- Neden oğlum?
Diye sorunca
- Anneciğim bu yıl sınıfta öğretmenimiz bize Ergenekon destanını anlattı. Çok etkilendik hepimiz. Harika bir şeydi doğrusu…
- Ne güzel oğlum. Evet, Ergenekon, Türklerin büyük destanıdır Çok eski yıllarda, Orta Asya’daki Türk boylarını, silahla yenemeyeceklerini anlayan düşmanları, Türkleri kandırarak büyük bir yenilgiye uğratırlar. Daha
sonra Türkler yılmadan Ergenekon dedikleri bölgeye yerleşirler. Birkaç yüz yıl sonra da bu yeni yurtlarında nüfusları artınca, bu yurtlarından başka da etraflarında çok güzel yurtlar olduğunu duyarak Ergenekon’dan ayrılırlar ve bir
zaman onları kandırarak yenen düşmanlarıyla çarpışıp onları alt ederler… Böylece Türkler, Ergenekondan çıkar ve yayılmaya başlarlar... Ama ben hala senin kafanı karıştıranın ne olduğunu anlamadım.
Diye yanıtladı..
Bir an annesiyle gözgöze geldik.İkimizi de bir endişe sarmıştı. Çocuk o sıra televizyonda “son dakika” diye vurgulanarak ve kırmızı ekran çerçevesi içinde verilen “Ergenekon kapsamında 24 kişi, hem de aralarında orgenerallerin de bulunduğu 24 kişinin gözaltına alındığı haberi ile, kafasının içindeki Ergenekon destanıyla ilgili bilgilerin çatışmasını yaşadığı çok açıktı.
Biz, bu durumu acaba nasıl açıklayabiliriz diye düşünürken küçük oğlan sürdürdü sözünü,
- Anneciğim acaba öğretmenimiz bize yalan söylemiş olabilir mi?
Eyvah, işler daha da zorlaşacak gibi görünüyordu. Hiç sesimi çıkartmadan, anne oğul arasındaki konuşmayı izliyordum.
- O ne demek oğlum, hiç olurmu öyle şey...
Kesinlikle öyle bir şey yapmamıştır. Öğretmenler, tüm çocuklara, sınıflarına, yaşlarına göre,
bilmeleri gereken tüm bilgileri aktarırlar. Hem de bunu ülkemizin bazı yerlerinde çok büyük fedakârlıklarla yaparlar. O yüzden yalan söylemek ile öğretmenlik asla bağdaşmaz, öğretmenler yalan söylemez.
- İyi ama anneciğim,eğer Ergenekon destanı böyle büyük,çok anlamlı bir destansa neden şimdi ondan dolayı birçok kişiyi polis götürüyor.
Burada annenin de kafası iyice karıştı. Çocuğunun dedikleri o kadar doğruydu ki. Şimdi ne dese, olup bitenleri nasıl açıklasaydı acaba çocuğuna.
Kafasında evirdi çevirdi, net bir yanıt bulabilmek için zaman kazanmaya çalışarak
- Bak oğlum istersen şimdi biraz oyna, sonra eve gidince babanla beraber bu konuyu hep beraber konuşuruz.
Hayır, çocuk bu yanıttan dolayı hiç de tatmin olmuş görünmüyordu…
Kısa bir süre sonra kalkmam gerekiyordu… İzin isteyip kalktım ve anneye de “Allah kolaylık versin, işiniz zor” der gibi hafifçe sırtına dokundum ve oradan ayrıldım…
Haydarpaşa limanını, Kadıköy iskelesini, Henüz çok şükür ki özelleştirilmemiş olan deniz kokusunu ardımda bırakarak…
Evime geldikten sonra bir düşüncedir aldı. O aydın anne küçücük çocuğuna Ergenekon’u nasıl izah etmişti acaba?
Destan olarak mı yoksa kesinlikle günümüze kadar uygulanmayan, bir ön soruşturmaya verilen isim olarakmı?
Öyle ya, ön soruşturmalar tarih ve numaralarla adlandırılırdı.
Bundan da başka oğluna, devleti yanlış yönetenlerin, kendisini ve hatta onun da çocuğunun geleceğini ipotek altına aldığını da anlatmış mıydı?
Kim bilir her gün bu ve benzeri kaç soruyu daha yanıtlaması gerekecekti?
Keşke şu an yine deniz kıyısında olsam da, o iyotla karışık kokuyu, ciğerlerimin her köşesine kadar
iyice bir doldurabilsem…
Ah! Aaaah!
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz