Biz neler yaşadık. Unutmamalıyız...
DENiZ YILDIZI :: YAZARLARIMIZ :: Süheyl BATUM :: Son Yazısı
1 sayfadaki 1 sayfası
Biz neler yaşadık. Unutmamalıyız...
Biz neler yaşadık. Unutmamalıyız...
Mehmet Ali Ağca’nın salıverilmesi, ardından yapılan karşılama töreni ve basının büyük ilgisi, yaşadığımız o çok kötü günlerin anılarını geri getirdi. Abdi İpekçi’nin, Uğur Mumcu’nun, Cavit Orhan Tütengil’in, Muammer Aksoy’un, Bahriye Üçok’un, Turan Dursun’un, Ümit Kaftancıoğlu’nun, Doğan Öz’ün, Gün Sazak’ın, Ahmet Taner Kışlalı’nın katledildiği dönemleri, 1 Mayıs 1977, Bahçelievler ve 16 Mart katliamlarını yaşadık. Katillerin kimlerle beraber olduğunu, onları kimlerin koruduğunu herkes biliyordu. Ama görmezden gelindi. Bu dönemleri bir daha ne biz ne çocuklarımız yaşasın istedik. Kaybettiklerimizi, “birilerinin uygulamaya koyduğu, kimilerinin de figüran olarak yer aldığı, acı ve korku dolu bir dönemin gerçek kahramanları” olarak andık. Yakınları acılarını kalplerine gömdü. Ama bu devletten de, siyasetçilerden de, tümü ile nefret etmediler. Hepimiz de öyle yaptık.
***
Siyasetçilerin büyük bir bölümü de bir şey yapmadı. İktidarlar da öyle. Ne cinayetler sırasında ne de sonrasında. İlk başta ölen ya da öldürenlerin siyasal görüşlerine göre saf tutuyorlardı. Kendilerine yandaş gördüklerini kolluyorlardı, görmezden geliyorlardı. Belki de buna inanıyorlardı. Sonra ikinci aşama geldi; “bizim hiçbir kabahatimiz yoktu ki” aşaması. Ve işin kötüsü buna da inandılar. Ve bazılarımızı da neredeyse inandırdılar.
Sonra Kahramanmaraş, Çorum olaylarını da yaşadık. Onlardan da ders almadık. Siyasetçilerimiz de ders almadı. Ve 1993’te Sivas Madımak katliamını yaşadık. 37 aydını yaktılar. Siyasetçiler de izledi. Üstelik bu kez siyasetçiler sadece izlemekle de yetinmedi. Örneğin Adalet Bakanı Şevket Kazan, katliamın sorumlularının avukatlığını üstlendi. Doğrudan destek verdi. Ve aynı partiden, üstelik o partinin İstanbul İl Başkanı ve Belediye Başkanı olan bugünün Başbakanı da, o partinin milletvekili olan bugünün Cumhurbaşkanı da, bu durumdan hiç rahatsız olmadılar. “Sayın Kazan 37 kişinin yakıldığı bir katliamın sorumlularının savunması size mi kaldı, bize mi kaldı” demediler. Böylece tabanlarına ters düşmediler. Nasıl olsa burası Türkiye’ydi, birkaç yıl sonra herkes unutur, sormazdı bile. Birkaç yıl sonra, özgürlük mücahidi olarak ortaya çıkmak bile mümkündü.
***
Nitekim Türkiye’de hep böyle olmamış mıydı? 12 Mart darbesinin iki gün sonrasında “Ve şahmerdan güm diye indi” diye yazıp, darbeyi, askeri rejimi savunanlar, o darbeyi yapanların Demirel’i asacağını umanlar, on yıl sonra da yeni bir askeri rejimin ürünü olan yeni siyasetçileri “sen en büyüksün” diye pohpohlayanlar, daha sonraları, günümüzde “askeri vesayeti ortadan kaldırmak gerekir” diye ortalara dökülmemişler miydi? 12 Eylül öncesinin en kanlı, en acı günlerinde bu olayların tam göbeğinde yer alan bir partinin hem de en tepesinde, yönetiminde yer alanlar, birkaç yıl sonra ve de günümüzde “liberal aydın” olarak ortaya çıkmamışlar mıydı? O dönemde “karanlıklar aydınlığa çıksın” diye ışıklarımızı açıp kapatırken, tencerelere vururken, “ne o glu glu dansı mı yapıyorsunuz” diyen liderin partisinde, o dönemde ağzını bile açmayanlar, “ne glu glu’su” diyemeyenler, bugünlere gelince “Susurluk’u çözemediniz” diye ortaya çıkmamışlar mıydı?..
“O acı dönemlerde, inandıkları fikirler uğruna yaşamlarını yitiren tüm bu kahramanların” acıları yüreğimizde kaldı. Aileleri de acılarını kalplerine gömdü. Ne ülkeden, ne hepimizden nefret ettiler. Ama maalesef siyaset anlayışı da aynı kaldı. Sadece “bizim ne kabahatimiz vardı ki” ya da “var” aşamasından 3. aşamaya geçti, o kadar. Yani “her şeyi Ergenekon yaptı, bize ne” aşamasına. Tabii bir de artık silahşorları(!) da var. Kimler mi? Çoğunu tanıyorsunuz.
Mehmet Ali Ağca’nın salıverilmesi, ardından yapılan karşılama töreni ve basının büyük ilgisi, yaşadığımız o çok kötü günlerin anılarını geri getirdi. Abdi İpekçi’nin, Uğur Mumcu’nun, Cavit Orhan Tütengil’in, Muammer Aksoy’un, Bahriye Üçok’un, Turan Dursun’un, Ümit Kaftancıoğlu’nun, Doğan Öz’ün, Gün Sazak’ın, Ahmet Taner Kışlalı’nın katledildiği dönemleri, 1 Mayıs 1977, Bahçelievler ve 16 Mart katliamlarını yaşadık. Katillerin kimlerle beraber olduğunu, onları kimlerin koruduğunu herkes biliyordu. Ama görmezden gelindi. Bu dönemleri bir daha ne biz ne çocuklarımız yaşasın istedik. Kaybettiklerimizi, “birilerinin uygulamaya koyduğu, kimilerinin de figüran olarak yer aldığı, acı ve korku dolu bir dönemin gerçek kahramanları” olarak andık. Yakınları acılarını kalplerine gömdü. Ama bu devletten de, siyasetçilerden de, tümü ile nefret etmediler. Hepimiz de öyle yaptık.
***
Siyasetçilerin büyük bir bölümü de bir şey yapmadı. İktidarlar da öyle. Ne cinayetler sırasında ne de sonrasında. İlk başta ölen ya da öldürenlerin siyasal görüşlerine göre saf tutuyorlardı. Kendilerine yandaş gördüklerini kolluyorlardı, görmezden geliyorlardı. Belki de buna inanıyorlardı. Sonra ikinci aşama geldi; “bizim hiçbir kabahatimiz yoktu ki” aşaması. Ve işin kötüsü buna da inandılar. Ve bazılarımızı da neredeyse inandırdılar.
Sonra Kahramanmaraş, Çorum olaylarını da yaşadık. Onlardan da ders almadık. Siyasetçilerimiz de ders almadı. Ve 1993’te Sivas Madımak katliamını yaşadık. 37 aydını yaktılar. Siyasetçiler de izledi. Üstelik bu kez siyasetçiler sadece izlemekle de yetinmedi. Örneğin Adalet Bakanı Şevket Kazan, katliamın sorumlularının avukatlığını üstlendi. Doğrudan destek verdi. Ve aynı partiden, üstelik o partinin İstanbul İl Başkanı ve Belediye Başkanı olan bugünün Başbakanı da, o partinin milletvekili olan bugünün Cumhurbaşkanı da, bu durumdan hiç rahatsız olmadılar. “Sayın Kazan 37 kişinin yakıldığı bir katliamın sorumlularının savunması size mi kaldı, bize mi kaldı” demediler. Böylece tabanlarına ters düşmediler. Nasıl olsa burası Türkiye’ydi, birkaç yıl sonra herkes unutur, sormazdı bile. Birkaç yıl sonra, özgürlük mücahidi olarak ortaya çıkmak bile mümkündü.
***
Nitekim Türkiye’de hep böyle olmamış mıydı? 12 Mart darbesinin iki gün sonrasında “Ve şahmerdan güm diye indi” diye yazıp, darbeyi, askeri rejimi savunanlar, o darbeyi yapanların Demirel’i asacağını umanlar, on yıl sonra da yeni bir askeri rejimin ürünü olan yeni siyasetçileri “sen en büyüksün” diye pohpohlayanlar, daha sonraları, günümüzde “askeri vesayeti ortadan kaldırmak gerekir” diye ortalara dökülmemişler miydi? 12 Eylül öncesinin en kanlı, en acı günlerinde bu olayların tam göbeğinde yer alan bir partinin hem de en tepesinde, yönetiminde yer alanlar, birkaç yıl sonra ve de günümüzde “liberal aydın” olarak ortaya çıkmamışlar mıydı? O dönemde “karanlıklar aydınlığa çıksın” diye ışıklarımızı açıp kapatırken, tencerelere vururken, “ne o glu glu dansı mı yapıyorsunuz” diyen liderin partisinde, o dönemde ağzını bile açmayanlar, “ne glu glu’su” diyemeyenler, bugünlere gelince “Susurluk’u çözemediniz” diye ortaya çıkmamışlar mıydı?..
“O acı dönemlerde, inandıkları fikirler uğruna yaşamlarını yitiren tüm bu kahramanların” acıları yüreğimizde kaldı. Aileleri de acılarını kalplerine gömdü. Ne ülkeden, ne hepimizden nefret ettiler. Ama maalesef siyaset anlayışı da aynı kaldı. Sadece “bizim ne kabahatimiz vardı ki” ya da “var” aşamasından 3. aşamaya geçti, o kadar. Yani “her şeyi Ergenekon yaptı, bize ne” aşamasına. Tabii bir de artık silahşorları(!) da var. Kimler mi? Çoğunu tanıyorsunuz.
Süheyl BATUM- DEMİR ÜYE
-
Mesaj Sayısı : 24
Yaş : 69
ŞEHİR : yazar
Meslek : yazar
Öğrenim Durumu : yazar
Aldığı Teşekkür : 10
Kayıt tarihi : 27/11/08
DENiZ YILDIZI :: YAZARLARIMIZ :: Süheyl BATUM :: Son Yazısı
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz